AYASOFYA

AYASOFYA

Yeryüzünde Tanrıya ibadet etmek amacıyla yapılmış ihtişamlı binalar arasında pek azı İstanbul'daki Ayasofya'nın gücüne ve gizemine sahiptir.Yüzyıllara meydan okuyan Ayasofya, inşa edildiği tarihten itibaren her dönem için bir simge olmuştur. İlk kilise, kente ismini veren Büyük Konstantin'in isteğiyle, eski bir pagan tapınağının üzerine inşa edilir. Konstantin'in oğlu II. Konstantius tarafından,15 Şubat 360 tarihinde ihtişamlı bir törenle açılan kilisenin planında. Roma tapınakları örnek alınır. "Megale Eklesia" (Büyük Kilise) olarak tanımlanan ilk kilise, 404 yılında İmparator Arkadius'a karşı ayaklanan ayaklanan halk tarafından yakılır ve yıkılır.II. Theodosius tarafından yaptırılan ikinci kilise, yine aynı yerde 10 Ekim 415 tarihinde ibadete açılır. Mimar Ruf-finus'un yaptığı kilisenin planı da ilk yapıda olduğu gibi ba-zilikal tipte ve beş neflidir. Duvarları taş, çatısı ahşap olan ikinci yapı, 13 Ocak 532'de çıkan Nika isyanında yanar. İmparator Justinianus, beşinci saltanat yılında çıkan olaylarda yanan kilisenin yerine, bir daha hiç yanmayacak, tamamı taştan bir kilise yapılması emrini verir.
III. Ayasofya' nın inşası, Miletoslu Isidorus ve Trallesli ( Aydın ) Antemios adlı iki mimar tarafından yürütülür.Yapımı sırasında yüz usta ve on bin işçi çalışır. İmparator Justinianus'un talimatı ile Anadolu, Suriye, Mısır ve Yunanistan'da ki antik şehirlerden getirilen seçme mimari parçalar III. Ayasofya'nın yapımında kullanılır. 23 Şubat 532'de yapımına başlanan III. Ayasofya inanılması güç denebilecek kadar kısa bir sürede 5 yıl, 10 ay, 24 gün sonra bitirilerek 27 Aralık 537'de görkemli bir törenle ibadete açılır. Dört atlı zafer arabasıyla törene gelen İmparator atriumda Patrik Menas tarafından karşılanır. Patrikle el ele girdiklerinde, adeta havada duruyor hissi veren ana kubbenin altında çok duygulanan imparator Justinianus böyle bir ibadet yeri yaptırmayı nasip ettiği için Allah'a dua edip şükranlarını sunar.
İçine girildiğinde hissedilen ruhani havası ve insanı büyüleyen atmosferi ile 700 m2'lik alanı işgal eden Ayasof-ya'da çeşitli ülkelerden ve bölgelerden getirilmiş toplam yüz yedi adet sütun yer almaktadır. Yapıldıktan yirmi yıl sonra 557'de yaşanan büyük depremde hasar gören Ayasofya'nın ana kubbesi 562 yılında Miletoslu Isidorus'un yeğeni genç isidorus tarafından yeniden yapılır.Yapıldığında 49 m. yükseklikteyken 56.60 m' ye, 31 m. olan kubbe çapı ise 32.5 metreye yükseltilir.
Altın mozaikli duvarlarıyla Ayasofya zengin bir görünüme sahiptir. Antik kaynaklarda yapının içinde görülen figürlü mozaiklerden övgüyle söz edilir. Ancak, 726 - 843 yılları arasındaki ikona kırıcılık ( ikonoklazm ) döneminde bu figürlü mozaikler tahrip edilmiştir. Yalnızca insan figürü bulunmayan iç narteksin tonozlu üst örtüsündeki mozaikler bırakılmıştır.
İstanbul'un fethinden sonra Türk devri olarak niteleyeceğimiz dönemde, Ayasofya'nın içine Sultan II. Selim dönemine kadar fazla bir ilave yapılmamakla birlikte, Fatih döneminde batıdaki yarım kubbenin güney köşesi üzerine ahşap bir minarenin yaptırıldığı bilinir. Kesin olmamakla birlikte güneydoğudaki tuğla minarenin de Fatih döneminde yapıldığı kabul edilmektedir. Fatih'in Ayasofya'da ek olarak yaptırdığı tek bina kuzeybatı köşedeki Ayasofya (Fatih) Medresesi'dir.
Kuzeydoğu köşedeki minarenin Sultan II. Bayezid tarafından yaptırıldığı kabul edilmekle birlikte kesin değildir. Batı köşelerdeki iki minare ise. Sultan II. Selim (hd 1566-1574) devrinde Mimar Sinan tarafından yapılan büyük onarımlar sırasında ahşap minarenin kaldırılmasıyla eklenmiştir. Bu sırada Ayasofya'nın etrafı temizlenerek dış kısma yapıyı ayakta tutacak destek payandalar ve yapının içinde ve dışında gerekli onarımlar yapılmıştır. Büyük Mimar Sinan'ın yaptığı bu çalışmalar yapının günümüze kadar gelmesini sağlayan en büyük etkendir.
Vaaz kürsüsü, müezzin mahfili ile diğer dört mahfil 16.yüzyıl sonlarına. Sultan III. Murad devrine tarihlenmek-tedir. Bu eserlerde Türk taş işçiliği sanatının inceliğini görebiliriz.
Yekpare mermerden oyulmuş iki küp Sultan III. Murad (hp 1574-1595) devrinde Bergama' dan getirilerek içme kanın arka tarafına, orta nefin iki yanına konulmuştur. Bu küpler Helenistik devre ait olup, ağız kısımlarındaki bilezik süsleri Türk devri işçiliğidir.
Ayasofya'nın içinde, güneydeki iki payandanın arasında Sultan II. Mahmud tarafından 1740 yılında bir kütüphane yaptırılmıştır. Ayasofya Kütüphanesi barok üslupta çok güzel taş işçiliğine sahip tunç şebekelerinin yanı sıra, içindeki nakışlar ve 16. yüzyıldan itibaren imal edilmiş, aralarına İtalyan Faenza çinileri de yerleştirilmiştir. Devrinin en önemli kütüphanelerinden olan Ayasofya Kütüphanesi 7274 cilt yazma ve basma eseri barındırmakta iken, bu eserler 1959-1960 yıllarında Süleymaniye Kütüphanesi'ne devredilmiştir.
Ayasofya'nın güneyindeki avluda bulunan Sübyan Mektebi (ilkokul) 1740-41 yıllarında Sultan I. Mahmud tarafından yaptırılmıştır. Hemen yanında bulunan sekizgen revak-lı şadırvan köşelere oturulmuş mukarnas başlıklı sütunların taşıdığı sivri kemerlerden oluşur ve aynı döneme tarihlenir.
Sübyan Mektebi'nin doğusunda, 1853 yılında Mimar Fossati'nin yaptığı Muvakkithane vardır. Namaz vakitlerinin düzenli takip edilmesini sağlayan ve kullanıldığı devirde içinde saatler bulunan bu yapı günümüzde ofis olarak kullanılmaktadır.
Sultan Abdülmecid'in emriyle 1847-1849 yıllarında isviçreli Mimar Gaspare Fossati tarafından Ayasofya'da geniş çaplı bir onarım başlatılmıştır. Bu onarımla binanın sağlamlaştırılması yanında, mozaikler açılarak çizimleri yapılmıştır.
Sultan II. Selimin vefatı üzerine bu padişah için Mimar Sinan'ın Ayasofya'nın güney haziresine yaptırdığı türbe ile birlikte burası bir bakıma hanedan mezarlığı olma özelliği kazanmıştır. Osmanlı türbe mimarisinin Kanuni Türbesi'ylebirlikte en önemli yapılarından biri olan II. Selim Türbesi, çift çeperli kubbesi ile iç mekan düzeni ve zengin bezeme-siyle Osmanlı mimarisinin 16. yüzyılda ulaştığı doruk noktalarındandır. II. Selim Türbesinin batısında III. Murad (1547-1595) bulunmaktadır. Mimar Davut Ağa tarafından yapılmıştır. III. Mehmed Türbesi, ilk örnekleri Sinan döneminde yapılan I. Süleyman Türbesiyle birlikte Ayasofya'nın haziresinde bulunan II. Selim ve III. Murad türbeleriyle birlikte gelişmiş bir mezar tipolojisinin en son örneğini ortaya koyar. Bu guruba giren yapıların ortak özelliği biri yalnız dış, diğeri yalnızca iç mekanda algılanabilen iç içe ana iki ana kubbeden oluşmasıdır. Dış kubbe dıştaki ana duvarlar tarafından, iç kubbe ise çokgen planlı bir baldeken tarafından taşınmaktadır.
Sultan I. İbrahim ile Sultan I. Mustafa, Bizans döneminde vaftizhane, Türk devrinde ise kandil yağları ambarı olarak kullanılan yapının türbe haline getirilmesiyle buraya gömülmüşlerdir. Türbelerin yapımı için bu kutsal mekanı tercih eden Osmanlı sultanları, Ayasofya'ya ne kadar önem verdiklerini göstermişlerdir. Bilindiği üzere bizim Ayasofya dediğimiz "Hagia Sophia", "Kutsal Bilgelik" demektir. Bu kelimenin anlam ve önemini iyi bilen Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethinden sonra Ayasofya'yı camiye çevirmesine rağmen, adını değiştirmemiştir. Fatih Sultan Mehmed'in Ayasofya'yı cami olarak kullanması, Ayasofya'nın dini önemini azaltmamış, bilakis kutsiyetini artırmıştır.Yapıyı süsleyen resimli Bizans mozaikleri yüzyıllar boyunca ihtimamla korunmuş, islami ibadete engel görülmemiş, kazınıp bozulmamış olması, Türklerin hoşgörüsü ve kültürlere karşı saygısını göstermektedir. Cumhuriyet Dönemi:
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Ayasofya'da bazı tehlikelerin belirmesi üzerine 1926 yılında yerli ve yabancı uzmanlardan yeniden raporlar istenmiş ve yukarı galerilerin duvarlarına, deprem kontrolü için camlar konulmuştur. Kubbede ve bir payede bazı takviyeler yapılmış, su sızıntılarını önlemek üzere kurşunlar onarılmıştır.
İsviçreli Mimar Fossati tarafından ince kireç tabakası ile kapatılmış olan mozaikleri açığa çıkarmak üzere Türk hükümetine başvuran Amerikalı Thomas VVhittemore, 1932 yılında Gregorini ve Benvenuti adlarındaki iki italyan mo zaikçinin katkısıyla İmparator kapısı üzerindeki panoyu temizlemekle işe başlamıştır. Whittemore'un yönetimindeki çalışmalar sürerken Atatürk'ün isteği üzerine Ayasofya, 24 Kasım 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu toplantısında alınan karar gereğince müzeye dönüştürülmüş, 1 Şubat 1935'de resmen ziyarete açılmıştır.
Ayasofya'nın müzeye çevrilmesi, buradaki mozaik araştırma ve temizleme işlerini kolaylaştırırken Amerikan Bizans Enstitüsü üyelerinden R.Van Nice, binanın son derece hassas rölövelerini çizmeye girişmiş ve bütün bir ömrünü bu çalışmaya ayırmıştır. Diğer taraftan Alman Arkeoloji Enstitüsü İstanbul Şubesi de A.M.Schneider (1896-1952) yönetiminde 1936'da Ayasofya'nın batı cephesinde bir kazı (sondaj) yaparak burada II. Theodosius döneminde yapıldığı kabul edilen ikinci Ayasofya'nın kalıntılarını ortaya çıkarmıştır. Bu sırada çok harap olduğu gerekçesi ile kuzey taraftaki medrese binası (Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmıştır) da tamamen yıktırılarak ortadan kaldırılmıştır. 1947'de tuğla minare tamir edilmiş, dış cephelerin sıvaları yenilenmiş, sarı renkli badana vurulmuştur. Bu tarihlerden sonrada, Ayasofya'nın içinde ve dışında onarımlar sürdürülmüş, avlusu ve çevresi temizlenmiştir. Bu çalışmalar sırasında yeni bazı kalıntılar (Vaftizhane gibi) ile 1936 yılında Fatih Medresesi'nin temelleri ortaya çıkarılmıştır..

Ayasofya'daki Gizemler

921 yıl kilise, 481 yıl da cami olarak hizmet gören Ayasofya, gerçekten çok etkin bir bina. İçeri girildiğinde insan ister istemez yüzyılların ağırlığını hissediyor. Bu dev yapı büyüklük yönünden Dünya'da dördüncü, kubbe yüksekliği yönündense beşincidir.

Yüzyıllarca Hıristiyan Ortodoks Kilisesi' nin yönetim merkezi olan Ayasofya'ya Osmanlılarda çok önem verdiler. Bu önem onun maddi ve manevi varlığını büyüttü. Çeşitli mitler, öyküler, inançlar üst üste yığıldı. Gerçi, Dünya'nın birçok yerindeki ünlü ibadethanelerin kendilerine göre mitleri vardır. Yapım zamanlarının eskiliğine göre, çeşitli garip inançların hedefi olmuşlardır. Fakat Ayasofya'nın bu alandaki ünü çok fazla. Onun her yanı garip öykülerle dolu...


  

ayasofya
ayasofya
921 yıl kilise, 481 yıl da cami olarak hizmet gören Ayasofya, gerçekten çok etkin bir bina. İçeri girildiğinde insan ister istemez yüzyılların ağırlığını hissediyor. Bu dev yapı büyüklük yönünden Dünya'da dördüncü, kubbe yüksekliği yönündense beşincidir.

Yüzyıllarca Hıristiyan Ortodoks Kilisesi' nin yönetim merkezi olan Ayasofya'ya Osmanlılarda çok önem verdiler. Bu önem onun maddi ve manevi varlığını büyüttü. Çeşitli mitler, öyküler, inançlar üst üste yığıldı. Gerçi, Dünya'nın
birçok yerindeki ünlü ibadethanelerin kendilerine göre mitleri vardır. Yapım zamanlarının eskiliğine göre, çeşitli garip inançların hedefi olmuşlardır. Fakat Ayasofya'nın bu alandaki ünü çok fazla. Onun her yanı garip öykülerle dolu...

Yunanlar nedense Ayasofya'yı incelemeyi çok severler. işin garibi, aslında yapıldıktan 50 yıl sonra kubbesi depremde tümüyle çökmüş. Kubbedeki resimler de "kutsal" olduğu için, molozlar atılamamış, yerde bırakılarak taban yükseltilmiş. Bu yüzden Ayasofya'da bazı kapılar kapanmaz. Bundan 400 sene sonra bir depremde daha kubbe tümüyle yıkılmış. Yunanlı "araştırmacılar"ın es geçtiği bir nokta da : Kubbesi, yapılan statik hatalardan dolayı çatlamaya başlayınca etrafına "payanda"lar yapılmış. Hatta Mimar Sinan'ın eklediği minareler aslında binayı ayakta tutan payanda görevi görüyormuş. Günümüze kadar ayakta kalmasını sağlayan da buymuş, kül değil. Hadi bakalım bir de Mimar Sinan mucizesini araştırın...
http://www.ayasofya.org/resim/2-ares/detail/2-ares.html?tmpl=component


Hem Hıristiyanlarca, hem de Müslümanlarca benimsenen ibadet yerlerinin en ünlüsü, Ayasofya...


Maketini arılar yaptı
Ayasofya birçok kereler yapıldı ve yıkıldı. En son yıkılışı da Bizans tarihinde geçen Nika isyanı sırasında oldu. M.S. 532 yılındaki bu isyan sırasında Ayasofya Bizans İmparatoru Justinyanus kiliseyi yeniden yaptırmaya karar verdi. Yapacak mimarı bir türlü bulamadı. O günlerde çok ilginç bir olay oldu. Bir dini ayin sırasında elindeki kutsal ekmekçiği bir arı kapıp kaçtı. İmparator arının saklandığı peteği bulup getirene ödüller vaat etti. Sonunda birisi bulup getirdi. Hayretle gördüler ki, petek mabet maketi şeklindeydi. Mabedin mihrap yerinde de kutsal ekmek duruyordu.

Beyazlı delikanlının getirdiği altın
Sonra yapım başladı. Sıra kubbeye geldiğinde para bitmişti ve durmak zorunda kaldılar. İşte tam bu sırada, beyazlar giymiş bir delikanlı ortaya çıktı. Beraberinde çuvallarla yüklü katırlar da getirmişti. Delikanlıyı, İmparator Justinyanus'un huzuruna çıkardılar. İmparator çuvalların içindeki altını görünce, şaşkınlığını gizleyemedi.
Justinyanus buna çok sevindi. Olayı yakınlarına anlattı. Fakat tılsım bozuldu. Beyazlı delikanlı bir daha görünmedi...

Mimar kaçıyor
Duvarlar kubbe seviyesine gelince bu defa, mimarbaşı ortadan yok oldu. Roma'ya kaçtığını öğrendiler. 7 yıl sonra mimar, Roma'daki işini de yarım bırakıp tekrar İstanbul'a döndü. İmparator, mimarbaşını görünce çok kızdı. Fakat mimarbaşı ona şöyle dedi:
"Bu koca yapının temelinin çok sağlam olması gerekir, eğer kalsaydım acele ettirecektiniz ve yapının sağlamlığı tehlikeye düşecekti."
Ayasofya'nın yapımı, 40 yıl sürdü. Büyük kubbenin üzerine altın bir haç takıldı. Bu haç o zamanlar öyle parlaktı ki, güneş vurunca, ışığı Alemdağ'dan,hatta Istranca Dağlanrından dahi görülüyordu.


Yılanlar imparatoriçenin cesedini yiyorlar
Justinyanus'un karısı İmparatoriçe Thedora,
güzelliğinden başka bir şey düşünmeyen çok günahkâr bir kadındı. Ölünce yılanların kendisini yiyeceklerinden çok korkuyordu. Bu nedenle kurşun bir lahit yaptırdı ve kilisenin büyük kapısı üzerine gömülmesini emretti.
Ancak efsaneye göre iki yılan, lahitte delikler açarak içeri girdiler ve cesedi yediler. Şimdi Ayasofya'nın giriş kapısı üzerinde görülen delikler yılanların açtığı delikler olarak kabul edilir.

Terleyen direk
Ayasofya'nın kıble tarafındaki kapılarından soldan sayılınca sonuncusunun iç tarafında bir mermer sütun var. Bu sütunun en büyük özelliği kış ve yaz nemli olması. Bu yüzden bu sütuna "terleyen direk" deniyor. Sütunun zemininden başlayarak bir buçuk metrelik bir kısmı bakır plakalarla kaplı.
İnanca göre sürekli baş ağrısı çekenleri, sindirim sistemi hastalıkları olanları ve sıtmaya tutulanları bu direk tedavi ediyor. Önce iki rekât namaz kılınıyor, sonra hasta avuçlarını önce bakır plakalara sonra da yüzüne sürüyor. Bu hareket üç kez tekrarlanınca hastalıklar iyi oluyor...
Ayrıca elleri çok terleyen kimselerin, direğin üzerinde bulunan deliğe parmaklarını soktukları ve artık ellerinin terlemediği birçok defalar görülmüş...

Terlemenin nedeni... 
İnanca göre, Ayasofya'nın büyük bir kubbesi bir depremde yıkılınca, 300 rahip Mekke'ye gitmişler ve orada zemzem suyundan almışlar, bunu Mekke toprağı ile karıştırıp,bu sütunun altına harç olarak koymuşlar. Sütunun bu yüzden "terlediğine"inanılıyor.
Bir başka inanca göre de Hızır Peygamber, parmağım Ayasofya'daki deliğe sokmuş ve binayı Mekke'ye yöneltmiş yani 
Kıbleye çevirmiş
Terleyen direğin ya da diğer adıyla ağlayan direğin öyküsü, görüldüğü kadarıyla Osmanlı döneminde ortaya çıkmış. İslam inançlarıyla beslenmiş.
Sütunun yapısının gözenekli olduğu ve kılcal damarlar yoluyla temeldeki suyu emdiği ve bu yüzden terlediği, en geçerli bilimsel açıklamalardan biri. Ama acaba neden sadece bu direği gözenekli taştan yapmışlar? Bu soru cevapsız kalıyor...

Kuyudaki şifalı su


Ayasofya'nın içinde büyük salonun ortasında bir kuyu var. Eskiden bu kuyu kalp hastalığına tutulanların sık sık geldikleri bir yerdi. Bunlar üç cumartesi art arda aç karnına buraya geli}, sabah namazını kılar ve bu sudan içerlerdi.
Bu gelenek cami müze haline getirilene kadar sürdü. Kuyunun üzerinde yaklaşık 50 santim çapında, demir bir kapak var. 7 metrelik bir çubuk sarkıtıldığında dibine ulaşılamıyor. Su hâlâ mevcut, tadı tatlımsı ve mineralli.
Bu suyun ne tür bir bir bileşim taşıdığının, incelenmesi gerekir. Yüzyıllardır orada durduğuna göre acaba bozulmuş mudur? Sonra niçin kalp hastalığına iyi geliyor? Bu da düşündürüyor. Yoksa suyun bir özelliği mi var? Bu soruların cevaplarını, devletin yetkili kurumlarına bırakıyoruz.
Geçenlerde bilim dünyası çikolatanın içinde bulunan bir maddenin hormonal etki yaptığını açıkladı. Ama bu etki özellikle, aşk yüzünden kalbi kırılanların üzerinde görülüyormuş. Demek ki, bu madde,beyinde aşırı üzüntü yaratan merkezi etkiliyor. Ayasofya' daki kuyunun şifalı suyunun da böyle bir özelliği neden olmasın!

"Tabuta dokunursanız, Ayasofya yıkılır"


Ayasofya'nın orta kıble kapısı üzerinde bir tabut var. Sarı pirinçten yapılmış bu tabutta Kraliçe Sofya yatıyor.
Yalnız bir tehlike var, "Bu tabuta sakın dokunmayın" deniyor. Çünkü tabuta el sürü-lürse-jbüyük bir gürültü başlıyor ve tüm bina sallanmaya başlıyormuş.
Kubbenin dört tarafında birer melek resmi var. Bunlar Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail'dir. Bu melekler kanatlarını açmış bir biçimde çizilmişler. İnanca göre Azrail, imparatorların ölümlerini, Mikail düşman saldırılarını, Cebrail ve İsrafil ise olacak olayları haber veriyor.
İnananlar, tabut ile bu melekler arasında bir ilişki kuruyorlar... Tabutun koruyuculuğunu da üstlenen melekler, ona dokunulmasına izin vermiyorlarmış.

Esrarengiz kapılar
Ayasofya'nın güney tarafında ufak ve dar bir koridorun ucunda örülmüş bir kapı var. Buna "açılmaz kapı" deniyor. Anlatılanlara göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul'a girdiğinde Rum Ortodoks Patriği yanındakilerle bu kapının önünde dua ediyormuş.
Osmanlı ordusu kiliseye girince, Patrik bu kapıdan kaçıp kaybolmuş ve kapı bir daha açılmamış. Her paskalyada bu kapının önünde" kırmızı yumurta kabukları" ortaya çıkarmış...
Bir de "Kapanmaz Kapı" miti var. Fetih günü, Fatih'in ordusundan biri bu kapıya öyle bir vuruş vurmuş ki, kapı yere gömülmüş ve bir daha asla açılmamış...



Pençe nişanı
Binanın güneydoğusundaki kubbeyi tutan fil ayağının bir yüzünde 6 metre yükseklikte ele benzeyen bir iz var. Kuşaktan kuşağa anlatılanlara göre, fetih günü, Fatih Sultan Mehmet'in atı ürkmüş, Sultan eliyle bu kemere tutunmuş. Atı ise sütunun kaidesini zedelemiş. Buraya kadar bir şey yok. Ama pençe izinin yerden 6 metre yükseklikte olduğu ve bu yüksekliğe, hiçbir atın erişemeyeceği düşünülürse, olayın esrarı bir anda ortaya çıkıveriyor.

Gizli ayin
Bir başka olay Kanuni Sultan Süleyman döneminden. Gece bir derviş grubu camiye ibadet etmek için geliyormuş. Uzaktan Ayasofya' nın bütün ışıklarının yandığını görmüşler, içeriden ilahi sesleri geliyormuş.
Dervişler korkup içeri girmemişler, olay padişaha iletilmiş. Kanuni adamlarıyla bizzat gelmiş ve dışarıdan olayı aynen görmüş. Sonra içeri girilmesini emretmiş ama içeri girenler kimseyi bulamamışlar. Her yer kapkaranlıkmış. Bu da Ayasofya'nın, halk deyişiyle, pek tekin bir yer olmadığına işaret eden bir efsane... 
Ayasofya'nın mucizelerinin sonu gelmiyor

Büyük kıble kapısının kanatlarının Nuh'un gemisinin tahtalarından yapıldığı bir diğer inanç. Eskiden deniz seferine çıkılmadan önce, yolcular bu kapıya gelir, dua eder ve Hz. Nuh'tan yardım dilerlermiş...
Ayasofya'nın hikâyesi bundan ibaret değil. Birçok defa yıkılıp, sonra yeniden yapılan bu güzel yapının tarihi, insanoğlunun Dünya'daki serüveninin küçük bir parçası sanki...






Diğer Gizler ve Efsaneler

Avarlar, Ayasofya’nın altınlarını alıyor
Avarlar, 575 yılında Roma’yı kuşatıyor ve Papa 1. Benedictus, fidye vererek kendini kurtarıyor. Ama Avarlar, 614-619 arasında bu kez İstanbul’u kuşatıyor. Patrik Sergius, Ayasofya’daki kutsal ama altından olan ne varsa erittirip para haline getirerek Avarlar’a veriyor. Avarlar, bir miktar da Bizanslı kadını alarak kuşatmayı kaldırıyor.

Arapları Meryem Ana püskürtüyor 
714 yılında Araplar yine geliyor ve 718’e kadar kent muhasara altında kalıyor. Bu sırada imparator, “Herkes eline haç alsın, surların etrafında dolaşsın; bu bizi koruyacak” diyor. Patrik de “Meryem Ana ikonalarını alın ve dolaşın; asıl bu bizi koruyacak” diyor. Gerçekten de Meryem Ana’nın gebe kaldığı 15 Ağustos günü, Araplar kuşatmayı kaldırıyorlar. İmparatorun gücü sıfıra iniyor.

Hz. Muhammed’in tükürüğü Ayasofya’yı koruyor 
Bizans sanatı konusunda sayılı uzmanlardan İngiliz Anthony White’ın aktardığına göre, Hz. Muhammed’in peygamber olduğu dönemde Ayasofya’nın küçük kubbelerinden biri çöküyor. Tamiratta başarısız olan Bizanslılar, Peygamber’e elçi gönderiyor ve “Yeniden yerine oturtabilmek için ne yapmalı?” diye soruyorlar. Hz. Peygamber özel taşlar, kum ve bir de kap içinde kendi tükürüğünü gönderiyor. Tükürük harca karıştırılıyor. O kubbeye bir daha hiçbir şey olmuyor.

Ortodokslarla Katolikler Ayasofya’da ayrılıyor 
1054 yılında papanın temsilcisi Kardinal Humbold, patriğin yönettiği ayin sırasında Papa’nın patriği aforoz ettiğini bildiren fetvayı açıklıyor. Ayin bozuluyor, kargaşa çıkıyor. Böylelikle Ortodoks ve Katolik kilisesi, birbirine darılarak temelli ayrılmış oluyor. Ayrılık 911 yıl sürüyor. 1967’de 6. Paul, İstanbul’a gelerek dargınlığı sona erdiriyor.

Hristiyanların Kutsal Emanetleri çalınıyor 
1204 yılında Haçlı orduları İstanbul’u yağmalarken Ayasofya’da ne kadar kutsal eser varsa hepsini kaçırıyor. Geçen yıl Vatikan, jest yaparak kutsal emanetlerden bazı bölümleri geri verdi.

Deisis Mozaiği’ndeki Hz. İsa değil 
1264’te İstanbul, Haçlıların elinden kurtarılıyor. Bundan sonra, Ayasofya’nın içinde Deisis Mozaiği yapılıyor. Bu mozaikteki İsa figürü ABD’li araştırmacı Roberto Solarion’a göre, gerçekten İsa değil, Kemerhisarlı (Tyana’lı) Apollon. (Hatırlanacağı gibi Tempo Ocak 2005’te Aytunç Altındal’ın bu konuda bir kitap hazırladığını duyurmuştu. Kitap, nisan ayında piyasaya sürüldü.) Bunun ispatı ise mozaikteki İsa figürünün sağ kaşının üzerindeki yara izi. İz, 11 sayısına işaret ediyor. Pisagorcu tarikat üyesi Apollon’da da bu iz var. Figürün Apollon’a ait olmasının nedeni ise paganların Anadolu’da zorla Hıristiyanlaştırılırken, İsa’nın resmini yapar gibi görünseler de, Apollon’un resmini yapmaları.

Deisis Mozaiği’ndeki Meryem Ana değil 
Mozaikteki Meryem figürü, ellerini İsa’ya doğru uzatmış vaziyette. Oysa Hıristiyan şeriatına göre yapılan resimlerde Meryem’in ellerinde İncil ya da İsa olması gerekiyor. Dolayısıyla bu figürdeki Meryem, ‘anne’ değil Mecdeli Meryem olarak da bilinen ve Hz. İsa’nın eşi olduğu varsayılan kadına ait.

Kutsal Kâse aslında Ayasofya 
Kutsal Kâse, aslında Hz. İsa’nın içit kabı değil, ‘dişil prensip’i temsil ediyor. Bu prensibin adı ‘Sofya’. Yani Kutsal Kâse’nin kendisi Ayasofya ki, Hıristiyanlık inancına göre bütün kiliseler rahim örnek alınarak yapılıyor. Bunların en kutsalı da yani ‘Kutsal Kâse’ de Ayasofya.

Bizans’ın ilk gizli teşkilatı Ayasofya’da kuruluyor 
Mikail Cellius adlı bir filozof, Bizans’ın ilk gizli teşkilatını Ayasofya’nın mahzenlerinde kuruyor. Aynı mahzenler, aynı zamanda Gnostik Hıristiyanların gizli kitabı Picatriks’in de çevirilerinin yapıldığı mekân.

İlk düz haç Ayasofya’da kullanılıyor 
Hıristiyanlar, İmparator Jüstinyen döneminde Akhineton Haçı adı verilen şekli bırakıyor ve düz haç modeline geçiyor. Bu da ilk kez Ayasofya’da kullanılıyor.

Çapraz Haç’ın anlamı 
Aziz Andre’nin üzerinde idam edildiği haç, çapraz formda. İstanbul’daki kilisenin kurucusu sayılan Aziz Andre’nin anısına tavana çapraz haç motifi işlenmiş.

Dandolo İstanbul’u alıyor ve ölüyor 
Latin komutan Henricus Dandolo, Papa’nın çağrısı üzerine İstanbul’u almak zorunda kalıyor. Bizanslıların tehdidi oldukça ilginç: Eğer bu kenti alırsan ölürsün. Dandolo kenti alıyor ve ölüyor. Mezarı halen Ayasofya’da.

Ayasofya kiliseye hiç ait olmadı 
Ayasofya kilisenin malı değil. Çünkü mekân imparatora ait kabul ediliyor. Dolayısıyla 1453’te Fatih Sultan Mehmet de Ayasofya’nın değerini ödeyerek bir vakıfla kendi üzerine geçiriyor. Daha sonra da padişahların malı olarak devam ediyor.

Ayasofya’daki Hermetik semboller 
Dört balık: Tavandaki dört balık sembolü aslında dört Gospel’e atıf. Balık, iman anlamına geliyor. Bu İsa’da bütünleşmiş olan imanı temsil ediyor.

Baklava 
Bu şekil, eğer yuvarlak olsaydı kainat anlamına gelecekti. Oysa baklava motifi yeryüzü anlamına geliyor. Yeryüzünün merkezinde haç, haçın merkezinde de İsa var.

Mantra ve sekiz köşeli yıldız 
Sekiz çeperli gül, aslında mantrayı temsil ediyor. Çevresindeki sekiz köşeli yıldız ise kainatın sekiz köşesi olduğunu gösteriyor. Bunlar asıl olarak paganik semboller.

Diğer Hermetik semboller 
Daire, kainat anlamına geliyor, etrafında da minik noktalar var; onlar da yıldız demek. Bu, aynı zamanda şifa sembolü. Kenarlardaki defne dalları da Hermetik öğretiye ait. var. Aradaki haça benzer figürler de bir nevi Hermetik takıyye.

Vikingler de Ayasofya’da 
İkinci kat balkonlarından birinde, Vikingler’e ait Rune alfabesiyle yazılmış yazılar bulunuyor. Bu en mistik yazı tarzlarından biri olan Elgir Rune’u. Aynı yazılardan, bodrumdaki mahzenlerde de var.

Ayasofya’ya ait efsaneler 
Sekizinci sütun altında Hıristiyanlığın en büyük değerleri saklanıyor iddiası tamamen asılsız. Çünkü Haçlı orduları bunların hepsini çalmış. Hz. İsa’ya ait gerçek haça ait parçalar ise 640 yılında imparator Heraklios tarafından Kudüs’e gönderilmiş. Aynı şekilde mahzenlerin altındaki tünellerden Kınalı adaya kadar bir tünel uzandığıda söylenir...

Mozaiklerin Açıklamaları

Apsis Yarım Kubbesindeki Mozaik: 

Altın zemin üzerinde ortada değerli taşlarla süslü tahta oturan Meryem, kucağında İsa ile birlikte tasvir edilmiştir. Meryem’in koyu lacivert renkte sade ve bütün vücudunu örten kıyafeti, etrafını çeviren altın zemin ile bir kontrast oluşturur.

Güney Galeride Deisis Mozaiği: 

Ayasofya’nın mozaikleri arasında hiç kuşkusuz, en ünlüsü Deisis kompozisyonudur. Deisis, yani mahşer günü İsa’dan Meryem ve Loannes Prodromos’un insanlık için yardımcı olmasını dilemeleridir. Mahşer Kompozisyonunun ortasını meydana getiren üçlü kompozisyonda ortada büyük bir İsa ekseni teşkil eder. Üçlü grubun ikinci şahsı Meryem'dir. Diğer yanda ise Vaftizci Yahya bulunmaktadır.

Güney Galerideki İmparatoriçe Zoe Mozaiği: 
Ortada Pantokrator (Kainatın hakimi) İsa, sağ eliyle takdis işareti yapmakta, sol eliyle incilerle bezenmiş cildi olan Kutsal Kitabı tutmaktadır. İsa’nın bir yanında imparatoriçe Zoe, diğer yanında Zoe’nin üçüncü kocası Konstantinos Monomakhos yer almaktadır. Bizans tarihinde entrikaları ve evlilikleriyle ün yapan imparatoriçe Zoe kocalarını değiştirdikçe mozaik üzerindeki imparatorun başı ve isminin belirten yazının da değiştiği sanılmaktadır. Konstantin’in kafası ve üstündeki yazıt kazınıp, tekrar yapılmıştır. Orijinal mozaik Zoe’nin ilk kocasına aitti. Bu panoda İmparatorluk ailesinin kiliseye şükran ve bağışları sembolize edilmektedir 

Güney Galerideki Komnenos Ailesi Mozaiği:

İmparator Komnenos II ile eşi Macar asıllı İmparatoriçe İrene ve oğulları Aleksios’u tasvir etmektedir. Ortada kucağında İsa ile ayakta duran Meryem yer almaktadır. İmparator ve İmparatoriçe değerli taşlarla süslü tören elbiselerini giymişler, imparatorun elinde bir para kesesi, İmparatoriçe de bir rulo tutmaktadır. Takdim edilen rulo kiliseye bağışları, deri kese ise altın yardımını belirtmektedir. Macar asıllı imparatoriçenin ırk özellikleri; açık ten ve açık saç rengi belirgindir. 

Güney-Batı Girişi Üstünde Bulunan Mozaik: 
Altın zemin üzerinde ortada görkemli bir taht üzerinde oturur durumda koyu lacivert elbiseli Meryem tasvir edilmiştir. Başının iki yanında bulunan kısaltılmış harfler “Tanrı Anası” olduğunu ifade eden kelimelerin kısaltılmış semboludur. Meryem ayakları altındaki kenarları değerli taşlarla bezenmiş bir kaide üzerine basar. Bu kaidenin üst yüzü gümüş mozaiklerle kaplıdır. Bizans sanatında altın mozaiklerlerin bol olmasına karşılık, gümüş mozaikler son derece azdır. Meryem’in kucağında oturan İsa yetişkin, bilgiç bir insan ifadesine sahiptir. Bu onun Tanrıya yakın bir mistik varlık olduğunu gösterir.

İki yanda bulunan imparator figürlerinden biri İstanbul’un kurucusu Büyük Konstantin ve elinde sunduğu maket bir şehir semboludur. Etrafını surların çevirdiği bu şehrin Byzantion yanı İstanbul olduğu kolaylıkla anlaşılır. Ayasofya maketini sunan da Justinyen’dir. 
İmparator Kapısı Üzerindeki Mozaik:
Bu mozaik pano 9. yüzyıl sonunda yapılmıştır. Ortada son derece süslü taşlar ve incilerle süslenmiş taht üzerinde oturmuş Pantokrator İsa bir kaide üzerine basmaktadır. Sağ eli takdis işareti yapmakta, sol eliyle dizi üzerinde açık duran bir kitabı tutmaktadır. İsa’nın ayakları önünde secde eder durumda imparator altıncı Leon şefaat isterken görülür . İki kenardaki madalyonların birinde Meryem tasvir edilmiştir. Diğerinde ise lilisenin koruyucusu baş melek Cebrail tasvir edilmiştir.

__________________________________________________________________________
İSTANBUL-TARİHİ YARIMADA

AY BİR KİLİSESİ (VEFA AYAZMASI)

Vefa Ayazması'nın bahçesinde Bizans dönemine ait sutun ve sütun parçaları bulunmakla birlikte, Kilise tarihi hakkında net bir bilgi yok. Bunlar "eski kilisenin parçaları mı, bir başka kiliseden buraya mı nakledilmiş" sorularının cevapları bilinmiyor. 18. Yüzyıl başlarında, 1730 – 1740 yapımı bir ayazma. Burası Arnavut asıllı bir Ortodoks’un bahçesiymiş. Maria adındaki kızı bir gece rüyasında Meryem Ana’yı görür ve "burada bir ayazma var, kilise inşa edelim" der. Nitekim bir su kaynağı bulunur ve aile kendi parasıyla ufak bir kilise inşa eder ve Hz. Meryem’in ölümüne ithaf edilir. Vefa Ayazması ve Kilisesi, Ay Bir Kilisesi ya da Meryem Ana Kilesi olarak da biliniyor. Şu anda, kilisenin daimi bir papazı yok; dönüşümlü olarak diğer semt kiliselerindeki papazlar geliyor. Ancak, her salı ve perşembe günü, Papaz Vasilis, umutla kiliseye koşanları okuyor.

Ayazma Nedir?Ayazmalar, Hıristiyanlık dünyasında Ortodokslarca şifa verdiği kabul edilen ve bu nedenle kutsal sayılmış ya da sonradan kutsanan su kaynakları üzerine inşa edilmiş binalar. Yunanca "kutsal yer" anlamında olan "hagiasma" sözcüğünden dilimize yerleşmiş.Genellikle bulunduğu bölgenin halkı tarafından saygı duyulan aziz veya azizeye ithaf edilmişler. Şifa dağıtıcı özelliklerinden ötürü Ortodoks'ların önemli ziyaretgahlarından sayılan ayazmalar, adını aldıkları, başka bir deyişle ithaf edildikleri aziz veya azizenin, Ortodoks takvimine göre yortularına rastlayan zamanlarda kalabalık halk toplulukları tarafından ziyaret edilir. Bu yortularda ayazmanın bağlı olduğu veya ona en yakın bulunan kilisenin kıdemli din adamı tarafından yönetilen ayinler yapılır. Ziyaretçiler aziz veya azizenin gözyaşları olduğuna inandıklari bu suları şifa bulmak niyetiyle içerler, vücutlarının hasta olan yerlerine derman olsun diye sürerler, şişelere doldurup evlerine götürürler. Ayrıca bu suların canlılara manevi güç aşıladığına da inanılmaktadır. Bunun yanısıra bu aziz veya azizeye dileklerde bulunulur, onun ikonası önünde mumlar dikilerek adaklar adanır. Ayazmalar yalnızca bu özel günler içinde değil, sair günlerde de ziyaret edilirler.

· Dinleri buluşturan Ayazma


Figen Nalan ÖzkanBir yanı Cibali bir yanı Zeyrek. Ezan sesine karışan kilise çanları... Kuş cıvıltısı, yaprak hışırtısı, gün ışığı ve kilisenin sabah serinliği... Kızıl narların, üzüm salkımlarının dallardan sarktığı, IMÇ Plakçılar Çarşısı'nın seslerine arabaların gürültüsünün karıştığı yerde, sırtını pazar gecekondularına yaslayarak nefes almaya çalışan Vefa Kilisesi ve Ayazması... Bir papaz ve önünde kutsanmayı bekleyen iki türbanlı Müslüman kadın, arka tarafta Yahudi’si, Ortodoks'u, Hıristiyan'ı, Rum’u, Ermeni’si Vefa Ayazmazı'nın çeşmelerinden akıp gelen şifali suyla yıkıyorlar yüzlerini. Ellerini açıp semaya, kutsal suyun ve ışığın sıcaklığına bedenlerini sunuyorlar. Sanatçısı, işadamı, zengini, fakiri, tesettürlüsü, başı açığı, ünlüsü, ünsüzü çeşitli ırklardan ve farklı dinlerden insanların, Türkiye’nin dört bir yanından her ayın birinci günü buluştukları Vefa Ayazması; dilek tutup adak adayan insanların içsel boşluklarını çınlatan kutsal bir mekan...Tevrat'ı yazabilen, İncil’i dizebilen ve Kuran’ı sezebilen Ademoğulları yaşadıkları kirlilik ve ikilemlerden arınmanın, vicdan muhasebesi yapabilmenin ayrıcalığını bu mekanda bulabildiklerini hemen hissettiriyorlar.

Kutsama töreniTütsünün kesif kokusu ve dumanı içinden geçerek kilisenin bodrum katındaki ayazmaya iniyoruz. Meryem Ana resimleri, Hz. İsa’nın ikonası ve çeşmeden akan suyun ortasında bir papaz… İnsanların dertlerini dinliyor, İncil'den dualar okuyor… Okunmanız için Hıristiyan olmanız şart değil! Hangi dinden olursanız olun önemli değil. Papaz sizi okuyor, sonra da İsa’nın önünde kendi inancınıza göre dua etmenizi istiyor. Hatta şifa bulmasını istediğiniz kişi yok ise onun fotoğrafını okuyor.

Şifalı su Bir yanda sönmeye yüz tutmuş mumları toplayan genç bir adam, diğer yanda bekçinin karısı Ayazma’nın çeşmesinden akan su ile gelenlere şifa dağıtıyor. Küçük pet şişelere konulan suları "hayır parası" karşılığı alıp götürebiliyorsunuz. Ayazmada iken bu sudan içiyor, yüzünüzü yıkıyorsunuz. Pet şişe içinde alınan su ise tuvalet hariç evin her köşesine serpiliyor. İnanca göre köşeler karanlıkta kalan yerlerdir ve köşeler evin temelidir. Buralara su serperek evi kutsarsınız. Kötülüklerin, uğursuzlukların ve gözlerin evin temelinden gitmesi sağlanır. Hastalar da bu suyu içmeli ya da hastalıklı bölgeye sürmeli... Hataylı Bekçi bu ironik çelişkinin altını çiziyor: "Bu aslında inançla ilgili bir mesele. İnanmayan şifa bulmuyor. Buraya her ayın birinde binlerce insan geliyor."

Herkes eşit Ayazmada bir tarafta Meryem Ana tablosu önünde dua eden siyah çarşaflar içinde bir Müslüman kadın ve elinde çocuğu. Diğer yanda Bizans’tan kalma mermer kubbe üstüne konulan ekmeği değişik inanışdaki insanların bölüşmesi; bir an için çok doğallaşıyor. Burada herkes aynı suyu ve aynı ekmeği bölüşüyor. İkiliğin ortadan kalktığını kinin ve nefretin karanlığa gömüldüğünü bir an için unutmak ve dış dünyayla ilişkinden kopmak!İnancın ateşiyle kavrulan gözlerde aynı inancın büyüsü geziyor. Semaya açılan avuçlara sunulan kudret lokması ve Tanrı'ya ibadetteki yakarışlar, diller farklı olsa da dinsel bir mozaiğin sentezinde çınlıyor.

Bereket ve bolluğun simgesi Neden herkes ayın birinde tıklım tıklım dolduruyor? Ayın birinci günü bereket, bolluk, sağlık, güzellik ve iyiniyete açılan kapı olarak yorumlanıyor. İnanca göre her ayın biri ayazmaya gidilmesi gerekiyor. Eğer her ayın biri gidemiyorsanız, Ocak 1’de gitmeniz öneriliyor. Bütün bir yılın sağlıklı, huzurlu ve bol kazançlı geçmesi isteğiyle dua ediliyor… Burada önemli olan inançla, ilk maaşınızı Allah’a harcamak, ilk O’nun suyuyla kutsanmak, yıkanmak, içmek, evini ve işyerini o suyla takdis etmek ya da kutsanmak... O zaman o ayın bütün kötülüklerinden ve şaşırtıcı olaylarından arınmış olursunuz...

Kutsanmış anahtar Tahtakale, Unkapanı ve Kapalı Çarşı gibi İstanbul’un olmazsa olmaz, dinin, imanın para olduğu bu üç merkezin kalabalık sessizliğinde yalnızlaşıyor Ayazma’nın pet şişelerdeki suyu. Bu kutsal kiliseye gelenler mutlaka Papaz tarafından önceden kutsanmış ufak anahtarlardan satın alıyorlar. Rumca ve Arapça dualar birbirine karışıyor. Aslında bu bir bakıma kutsal suya ulaşılan kapının kilidini açan anahtarı temsil ediyor. Bu anahtarlar, tablolara, duvarlara ve ikonalara sürülüyor. Böylece aydınlığa açılan kapının kilidi aralanmış oluyor. Dilekler tutuluyor, sağlık ve mutluluk dileniyor. Çocuk isteyen çiftler, evi olsun isteyenler, sağlığına kavuşmayı dileyenler Ayazma'nın mermer sütunlarına anahtarları, nazar boncuklarını, eşarplarını, ellerini ya da bir parça ekmeği sürüyor; derman arıyor. Evlenmek isteyenler ile çocuk sahibi olmak isteyenler ise Meryem Ana resimlerinin içinde saklanmış olan broşlardan alıyorlar. Dilekleri gerçekleşince de, ya anahtarı ya da bu broşları, Meryem Ana’nın resminin bulunduğu kutuya geri atıyor veya görevliye iade ediyorlar. Anahtar, aslında bir ev, bir araba gibi anahtarla kapısı açılan bir mülkü temsil ediyor. Eğer isteğiniz olursa bu anahtarın gümüşünü yaptırıp kiliseye iade etmeniz gerekiyor ya da evsiz barksız bir insana bir fakire de bu para verilebiliyor.

Ünlüler de ziyaretçiler arasındaBu Ayazma İstanbul’un ünlü simalarına ardına kadar kapısını açmış. Bekçinin söylediğine göre; Sevil ve Dilek Sabancı, Gülben Ergen, Bülent Ersoy, Selahattin Alpay, Zerrin Özer ve balet Oktay Keresteci gibi ünlüler, iş adamları, şarkıcılar, sanatçılar, müzisyenler, yayınevi sahipleri, gençler, çocuklar ve yaşlılar da Vefa Ayazması'nın ziyaretçileri arasında. Rivayetlere göre kudret pınarından içen dilsizler dillenmiş, felçliler ilahi büyüklüğün nefesiyle ayağa kalkmış, mal–mülk dileyenler muratlarına ermişler...


BAB-I ALİ


Kelime Anlamı "Büyük-Yüksek Kapı" olan bu kelime Osmanlı Devrinde "Devletin yönetim merkezi olan yer" anlamına gelirdi. İstanbul Valiliği'nin hizmet binalannm bulunduğu alan içinde kurulan, birçok binadan oluşmuş yapılar topluluğu idi. Günümüzde ise Bâb-ı Âli kelimesi Cağaloğlu yokuşu çevresine sıralanmış medya kuruluşlarından dolayı "Basının topluca bulunduğu yer" e verilen bir ad olarak algılanmaktadır. Bâb-ı Âli'nin tarihçesini incelersek; burasının Osmanlı Devleti'nin yönetim merkezi olana kadar uzun bir süreç ve değişikliklerden geçtiğini görürüz. Osmanlı devrinde devlet işlerinin en birinci basamağı padişah ve onun evi olan Topkapı Sarayı'mn Bâb-ı Hümayun kapısı halkın gözünde en önemli simge olarak bilinirdi.Fatih Sultan Mehmed zamanından, Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar devlet yönetimi Topkapı Sarayı'nda Kubbe Altı denilen toplanti salonunda yapılıyordu. Bu toplantılarda ilk başlarda padişahlarda hazır bulunurlardı. Daha sonralan ise toplan-alan kafes arkasından izlemeyi tercih etmişlerdi, ikinci derecede veya halkla ilgili sorunları çözmek için de sadrazamlar "Paşa Konağı" adı verilen "Sadrazam Konaklan"nda "Divan Toplantılan" yaparlardı. 1700'lü yıllarda artık bu gelenek çok yaygınlaştı.
Örneğin Şeyhülislam'ın Konağı halkın dinle ilgili fetva almak için gittikleri bir devlet dairesi olarak kullanılmaya başlandı. OsmanlıDevleti'nin ikinci önemli adamlan olan sadrazamlann konaklan genellikle Topkapı Sarayı'na yakın yerlerde olurdu. Sokollu Mehmed Paşa'mn konağı (sarayı) bugünkü Sultanahmet Camisi'nin yapıldığı yerde idi. ibrahim Paşa'mn sarayı da Sultanahmet Camisi'nin karşısında bugünkü İstanbul Adliyesi'nin yanında bulunuyor idi (Bugünkü Türk ve İslam Eserleri Müzesi binası).Kaynaklardan, bugünkü İstanbul Valiliği'nin bulunduğu yerde Sultan İbrahim devrinde Sadrazam olan Kemankeş Kara Mustafa Paşa'mn konak ve sarayının bulunmakta olduğunu, bu paşanın kusurlu bulunup idam edilmesi üzerine malının devlet hazinesine kaldığını anlamaktayız. O zamandan sonra bu yer Topkapı Sarayı'na en yakın mesafede olması dolayısı ile devlet işleri için kullanılmaya başlandı. Bu yerin Bâb-ı Âli olarak kullanılmasının başlangıç tarihi kaynaklarda 1727 yılı ve Damat İbrahim Paşa zamanı olarak gösterilir. kü'ne bakan ve bugün bile mevcut olan Bâb-ı Âli kapısının en görkemli bina olarak inşa edildiğini görmekteyiz Defalarca onarım görmüş olan ve bir adı da Bâb-ı Kebir veya Bâb-ı Ekber kapısı da denilen bu Taç Kapı'nın yangınlar sonrası Bâb-ı Ali'nin yeniden inşası sırasında değişikliklere uğradığını görmekteyiz.
Bâb-ı Âli binalannm yangın neticesinde yanmaları tarihimizde çok meşhur olmuştur. Buyangınlan 1740,1753,1808,1826 yangınları olarak özetleyebiliriz. Her yangın sonrası o devrin padişahlarının emri ile bu binalar yapıla gelmişlerse de bu yangınlarda yanan devlet evrakının günümüze ulaşması halinde ne kadar önemli kültürel hazineye sahip olacağımızı söylemeden geçemiyoruz. Yangın sonrası Sultan II. Mahmud devrinde 1839 da, Sultan II. Abdülhamid devrinde 1878'de, onun oğlu Sultan Abdülmecid devrinde ve Sultan IV. Mehmed Reşad devrinde 1911 yılında bu binaların onarımı ile ilgili arşivlerde bilgiler vardır.
Sultan II.Mahmud Devri'ndeki büyük onarımdan sonra Bâb-ı Âli'ye "Bâb-ı Adlî", "Bâb-ı Adîl" adı verilmişti. "Adlî" mahlası bilindiği gibi Sultan II. Mahmud'un tuğrasında kullandığı mahlasıdır. Bu binaların en son büyük onarımının Sultan Abdülmecid Devrinde (1839-1861) olduğunu Bâb-ı Âli'nin bugün mevcut ana giriş kapısında sağlı sollu çeşmelerin alınlığındaki kitabelerdeki Sultan Abdülmecid Han'a ait tuğralardan görmekteyiz. Bâb-ı Ali binaları bugünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi binaları kompleksi gibi çalışanların bütün ihtiyaçlarını görebilecekleri bir tarzda inşa edilmişlerdi. Selamlık Dairesi, Harem Dairesi, Kahya Bey Dairesi, Reisü'l Küttap Dairesi, Çavuş Başı Dairesi gibi bir çok daireden oluşan bu binaların altlarında sarnıçlar, mahzen şeklinde depolar ve hatta başka yerlere çıkışı olan tüneller bile düşünülmüştü. Askeri birlikler ve karakollar-ca koruma altına alınmışlardı. Bahçesinde yeşillik ve ağaçlar arasında havuzu bile mevcuttu. Binalar, temelde kagir olarak sağlam bir temele oturmuş olsalar bile üst katları "Bağdadi" denilen ahşap üzerine sıva tekniği ile yapıldıklarından yangına karşı dayanıksız idiler. Bâb-ı Âli'yi ilgili yangından önce gören yabancı devlet adamları Bâb-ı Âli binalarının Osmanlı gibi çok geniş kıtalara hükmeden büyük bir imparatorluğun görkemini yansıtacak derecede görkemli bir etki bıraktığını söylerler, inşallah ileride Bâb-ı Âli'nin binalarının alan ve projeleri ile ilgili geniş araştırmalar yapılarak bu konudaki tarihimizin yanarak yok olmuş bölümünü bugünkü nesillere aktarılması en büyük dileklerimizden birisidir.
Bâb-ı Âli tarihsel bir çok olayların geçtiği bir yerdir. Alemdar Mustafa Paşa'ya karşı ayaklanan Yeniçerilerden kurtulmak isteyen paşanın Bâb-ı Âli'nin mahzeninde bulunan barut fıçılarını ateşleyerek kendisi ile birlikte 500 Yeniçeri askerinin ölmesine sebep olan olay ile İttihatçıların yapmış olduğu hükümet darbesini ve Harbiye Nazırı Nazım Paşa'nın Bâb-ı Âli'de ölümüne sahne olmasını örnek verebiliriz. Eski resimlerden bu görkemli binaların yüksek bir duvarla çevrili olduklarını görmekteyiz. Daha sonraki devirlerde bu yüksek duvarlar yıktırılmış ve içerisi görülecek biçimde bugünkü şeklini almıştır. Osmanlı Devleti'nin son yıllarında bilhassa yangınlardaki büyük zararlardan sonra bugünkü Bakanlık Binaları bile diyebileceğimiz bir çok bina Bâb-ı Âli'nin sınırları dışında Cağaloğlu-Beyazıt-Süleymaniye üçgeni içinde yapılmış ve Bâb-ı Âli önemini giderek yitirmiş idi. Bâb-ı Âli'nin dışındaki hükümet binaları (Nezaret Binaları) başka bir zamanda şimdilik incelemek üzere sözlerimize son veriyoruz. Bâb-ı Âli'nin günümüze kadar ulaşan binalarında İstanbul Valiliği'nin hizmet binası yanında kısmen Defterdarlık, Kaymakamlık, Başbakanlık Arşivi, Emniyet Müdürlüğü hizmet birimleri, Eminönü Kaymakamlığı ve bunun gibi diğer devlet kuruluşlar da hizmet vermeye devam etmektedir.
-

Bâb-ı Âli'nin bizim yakın tarihimizde iki önemli olaya sahne olduğunu biliyoruz. Birinci olay; 1876 Aralık ayının yağmurlu bir gününde, Sirkeci'ye kadar uzanan bir kalabalık önünde okunan Hatt-ı Hümayun'du. II. Abdülhamid tarafından usul olduğu üzere sadrazamına, yani Midhat Paşa'ya yazılmıştı. Padişah Osmanlı uyruklarına kanün-i Esasi'yi bildiğimiz ilk anayasayı bahşettiği ilan ediyordu Bu Türkiye tarihinin yeni bir açılımıydı. İkincisi ne olursa olsun şark işi bir darbeydi. Balkan bozgunundan sonra, Talat Paşa'nm başında bulunduğu bir kalabalık, İttihadçıların yönetiminde Bâb-ı Ali'yi bastılar. Direnen Harbiye Nazırı'nı oracıkta öldürdüler ve silah zoruyla sadrazama da bir istifaname yazdırdılar. Bâb-ı Ali'nin Bâb-ı Âli'liği bu olayla bitmişti galiba. Bundan sonraki manzara o kadar çarpıcı mı bilemiyorum, ama ilkini tamamlıyor; Bâb-ı Ali'nin önünde sadrazamı bekleyen tepesi mitralyözlü bir makam otomobili, çünkü aradan Mahmut Şevket Paşa bir suikaste kurban gitmişti.
Osmanlı başkentindeki Avrupa devletlerinden veya Buhara Hanlığı'ndan, Hint'den ve İran'dan gelen elçiler, padişahın huzuruna sarayda Arz Odası'nda çıkarlardı. Kapıkulu askerlerine ulufe dağıtıldığı gün saraydaki görkemli, şatafatlı törene bütün elçiler, Osmanlı'nın haşmetini görsünler anlasınlar diye çağırılırlardı. Sarayla ilişkilerinin hepsi buydu.. İşleri asıl Bâb-ı Ali ile olurdu. Sadrazam Paşa ve Reis'ulküttab Efendi'yle görüşürlerdi. Sadareti ilk ziyaretleri veya yeni sadrazamı tebrike gelişleri bir geçit törenine neden olurdu. Hele Venedik elçileri böyle şatafata pek düşkündü ve doğrusu herkese de tören düşkünlüğünü önce italyanlar aşılamıştır. Bâb-ı Ali'de Çarşamba ve Cuma günleri dışında, öğleden sonraları ikindi divanı kurulurdu. Ülkenin dört bir yanından gelen şikayetçiler, davacılar doluşurdu Bâb-ı Ali'ye. Yerel bürokrasi usulüne uygun iş görmeyi öğrenemediği için; hala başbakanın, bakanların, Meclis başkanının odası önünde benzer kuyruklar oluşuyor.
Bâb-ı Âli ketebesi (katib, memurlar) başka ketebeye benzemezdi, îşbilir, dilbilir, yazıbilir, usul-erkan bilir, oturaklı; çalışkan adamlardı. Babıali ketebesi bu özelliğini hiç kaybetmedi. Dil orada öğrenilirdi. Avrupa politikası, hukuk ve yeni devrin siyaseti orada kavrandırdı. Bâb-ı Âli, 19. yüzyıl Osmanlı aydınının ve politikasının öğrenim görüp olgunlaştığı bir dünyaydı.
Bâb-ı Âli asıl Tanzimat'tan sonra burnundan kıl aldırmaz bir yer oldu. Bâb-ı Âli'nin içerde ve dışarıda Bâb-ı Âli oluşu o zamana rastlar. Ali Paşa; Sultan Abdülaziz kendisini takkeli, gecelikli karşıladı diye huzurdan çıkıp gitmişti. Tanzimat sadrazamları güçlü kişiliklerdi aslında. Mustafa Reşid Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa'larla yeni bir Bâb-ı Âli diktatoryası kuruldu. Bir yandan da bürokrasi uzmanlaşıyordu. Hariciye Nazın'nın, Dahiliye Nazırı'nın, Maarif Nazırı'nın ayrı ayrı ofisleri kuruldu. Bâb-ı Âli de devlet ofislerinin serpildiği İstanbul'un merkez semti oldu. Bâb-ı Âli'nin dış görünüşü değiştiği gibi iç dünyası da değişti. Adetler, protokol asıl önemlisi bürokratların yetişme tarzı, bilgileri dünyaya bakışları başka oldu. Ankara'daki bürokratlar da, Bâb-ı Âli'deki gazeteciler de hepsi 19. yüzyıl Bâb-ı Âli ketebesinin eseridir bir bakıma. Çünkü gazeteciler de o gruptan çıktı. Bâb-ı Âli bu dönemde süslendi, yolları taş döşenerek yapıldı. Önünde geniş bir meydan açıldı. İstimlakler ve yapı giderlerini diline dolayıp, dedikodu yapanlar çoktu. Bunlardan biri de , şehremini (yani belediye başkanı) Hüseyin Bey'di. Üstelik sadrazam Fuat Paşa'yı o yokken çekiştirip, yüzüne karşı ise övgüler yağdıran biriydi; "taş döşenince yollar ve meydan ne güzel oldu, istimlakle de genişledi" dediğinde, Keçecizade Fuat Paşa "evet o yolları sizlerin attığınız taşlarla döşedik" demiş.
Bâb-ı Âli, imparatorluğun yönetildiği; Tanzimat meclisinin, Adliye meclisinin ve diğerlerinin toplanıp kararlar aldığı bü konaktı. Bab-ı Ali'nin saltanatı II. Abdülhamid devrinde azaldı. Bâb-ı Âli kabinesinin gölgesi değil de aslı, Yıldız'da kurulmuştu çünkü. Ama Bâb-ı Âli'nin adı sanı hükümetti. Fossati'le ve Balyan'lar gibi mimarlar, görkemlice yapılan bu semti süslemek için yapıyorlardı adeta. Bab-ı Ali bugün çirkinleşen bir semt. Bir yığın atölye ve deponun gündüzleri yarattığı Şark Pazarı kalabalığı ve kargaşası, geceleri yerini mezarlık sessizliğine terk ediyor. Bu durumun düzeltilmesi; Bâb-ı Âli'ye gündüz Türkiye'nin basın ve yayın merkezi ve vilayetin yönetim yeri olmanın ağırbaşlılığının, geceleri de başka bir canlılığın kazandırılması gerekiyor.
Bâb-ı Ali'den Sultanahmet'e doğru tırmanıyoruz. Ünlü sadrazam Cağalazade Sinan Paşa'nm adını taşıyor bu semt. Cağalazade Sinan Paşa aslen bir İtalyan soylusu, Kont Cigallo'dur. Hammer'i dinlerseksavaş esiri olarak Osmanlıların eline düşmüş, ama bir daha da bu toplumu bırakıp gitmek istememiş ve Mühr-ü Hümayun'un sahibi olmuş. Rivayete göre anası da kendi gibi vakt-i zamanında İtalyanlara esir düşen bir müslüman'mtş.
Bugün atölyeler ve matbaalar ve onların hayhuyuyla kaynaşan bu semtte arasıra hoş yapılara rastlanıyorsa da, arsız görünümlü kaçak yapılar halen artıyor.
Semtin sokakları Osmanlı asırlarından hoş anıları çağrıştıran isimler taşıyor. Latifeleri halen dillerde dolaşın "İncili Çavuş Sokağı", "Hoca Rüstem Mektebi Sokağı" ve mektebin kendisi, Molla Fenari Sokağı mescidiyle birlikte küçük imi meydancıya açılıyorlar, luı meydancığa kıvrım kıvrım açılan bir sokak da Çatalçeşme Sokağı. 15. yüzyılda 20. yüzyıl başına kültür tarihimizin ünlülerini ve devirlerini çağrıştıran bu isimlerin yanında bugün özel idarenin çirkin binasının bulunduğu Ticarethane Sokağı da eski bir isim. Çatalçeşme Sokağı'nın Ticarethane Sokağı'nı kestiği köşede, 42 nolu binanın üzerinde 1910 tarihi ve Içtihad Evi ibaresi görülüyor. Yanılmıyoruz, Drt. Abdullah Cevdet'in gelen gideni eğittiği, îctibad dergisini çıkardığı idarehanesinin önündeyiz. Şükrü Hanioğlu'nun dediğine göre; İctihad kadar okunan, bazen iki baskı \apan, öte yandan devamlı mutaassıp muhaliflerin sozlu ve fiili saldırısına uğradan bir yayın organ; zor bulunur. Saldırılara karşı hükümet bazı zaman bu idarehaneyi topla ve askerle korumak zorunda kalıyormuş.
Kırk yıl sonra da Bâb-ı Âli basını Tan Gazetesi olaylarını yaşadı. Kötümserliğe rağmen, Türk toplumu demokratik davranış yolunda yol almış gibi görünüyor mu dersiniz?




PROF. DR. İLBER ORTAYLI
S ublıme-Porte. Hohe Pftorte, Verhovniy Dvor; Londra, Berlin, Paris. Viyana ve St. Petersburg (Petrograt) gibi Avrupa Başkentlerinde, Osmanlı Hükümeti böyle adadlandırılırdı; "Bâb-ı -ı Ali'nin yabancı dillere çevrisiydi ve Quayd'Orsay, Wilhelmstrasse veya bugünkü Kremlin ve Bevaz Saray (White House) gibisinden adlandırmaydı bu sözcükler. Ama hemen belirtelim, 19. yüzyıla kadar Bâb-ı Âli sözü, Osmanlı'nın kendi zihninde; Paris, Londra, Viyana'daki devlet adamlarınayaptığı oturaklı çağrışımı yapmazdı doğrusu, Gerçi "devlet kapısı" yaygın bir deyim, ama kapı olan yer bir kaç taneydi.
Sarayın kapısı "Bâb-ı Hümayun" yani emperyal kapı, gene sarayın içinde de orta kapı (Bâbı's Selam) içkapı ise (Bâb-ı Issaade) diye adlandırıldı. Sonra Şeyhülislamın ofisine Bâb-ı Meşihat; yeniçeri ağasının ofisine Ağakapısi; defterdarlığa Bâb-ı Defteri deniyordu. Sadrazamın konağına Bâb-ı Ali veya Bâb-ı Asafi denirdi, ama Bâb-ı Ali kalıcı ismi oldu.
Aslında İstanbul'da sadrazamın, şeyhülislamın, İstanbul kadısının belli bir ofisi yoktu. Kamusal binalar, yani bugünkü gibi resmi daireler yakın zamanların icadıdır. Her yüksek memurun konağı onun ofisiydi aynı zamanda. Kanuni devrinin vezirleri Bâb-ı Âli'de oturmazdı. İlk defa 17. yüzyılın ortalarında, Derviş Paşa'dan itibaren bugünkü Bâb-ı Âli sadrazamın konağı ve resmi ofisi olarak devamlı kullanılmaya başlandı. O zaman bina ahşaptı. Ahşap devrin kalıntısı olarak, Gülhane Parkına doğru Alay Köşkü Caddesi üzerindeki kapının halen ahşap kaplama olduğu görülür. Bu semtin ve konağın adı olan Bâb-ı Ali; sarayın dışındaki devlet bürokrasisinin ve dış dünyanın gözünde Osmanlı hükümetinin de adı oldu böylece.
Bâb-ı Ali bugün hükümet değil, basın demek. Türkiye'nin fikir hayatını, kamuoyunu biçimlendiren basın bu semte yerleşmiş. Bâb-ı Âli dün yönetim demekti, bugün yönetimin ister istemez kulak verdiği ve çekindiği bir çevrenin adı oldu.
Eğer saraydaki Divan-ı Hümayun gittikçe önemini yitiren ve toplanmaktan vazgeçen bir kurul olmasaydı, belki de Osmanlı hükümetinin adı Bâb-ı Ali değil, Kubbealtı olarak kalırdı. Nitekim eski devirlerde yüksek yönetici gruba "Kubbealtı vüzeratekim deniyordu. Bugün Sirkeci'den Gülhane Parkı'na doğru giderken; bir kaç köşeden Alay Köşkü'nün diğer köşeden de Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin karşısında ver alan üst tarafı ahşap kapı, bir zamanların ünlü Bâb-ı Âli'sidir. Bâb-ı Ali halen ahşap, öyle olması gerekir. Kapının hemen ardında, bahçe içinde Başbakanlık Arşiv Dairesi yer alıyor. 1911'de esaslı bir yangın geçiren, nice tarihi belgenin kül olduğu ve birkaç yıl önce de defterdarlık (şimdiki Emniyet Müdürlüğü) tutuşunca gene yangın tehlikesi atlatan ünlü arşivden sözediyoruz.
1808'de Alemdar Mustafa Paşa'nın konağını havaya uçurması olayından sonra Babıâli ve konak yeniden yaptırıldı, fakat sadrazam konutu olmaktan çıkıp, sadece devletin başbakanlık ofisi olarak kullanılır oldu. (19. yüzyılın sonunda sadrazamlara resmi bir konut da verildi, Nişantaşı'nda. Bu konakta oturmak şimdi İstanbul Valilerine kısmet.) Yanıp yanıp, yeniden yapılan Bâb-ı Ali yi yangına karşı duracak biçimde, yeniden yaptıran Sultan Abdüllmecid oldu. Bâb-ı Âli'nin ahşap dönemi Tanzimatla bitti. İstanbul Valiliğinin bulunduğu kagir bina. yani eskinin sadrazamlığı budur ve 1844 yılında bitmiştir. Önce etrafı yüksek duvarlarla çevriliydi. Yıktırıldı. Bir ara parmaklıklar vardı, kaldırıldı. Şimdi yeniden parmaklık yapıyorlar.
İSTANBUL-TARİHİ YARIMADA

BULGAR KİLİSESİ




Fener-Balat'ta Mürselpaşa Caddesi üzerindeki Sveti Stefan Bulgar Kilisesi ya da herkesin bildiği adıyla Demir Kilise'yi duymuşsunuzdur. Haliç'in kıyısında bulunan kilisenin en büyük özelliği demirden yapılmış olması. Bir diğer özelliği de adeta bir yapboz gibi demir parçaların birbirine birleştirilmesiyle inşa edilmesi. Yani isterseniz kiliseyi levhalarından söküp başka bir yere götürmeniz bile mümkün: Prefabrik veya seyyar kilise diyebilirsiniz. İşte bu mimari ve teknik özellikler nedeniyle Sveti Stefan'ın eşi benzeri yok.Yarın bu kilisede İstanbul Müzik Festivali kapsamında ünlü Alman üflemeli çalgılar topluluğu German Brass bir konser verecek. Kilise konsere şimdiden hazır. Koltuklar, grubun çıkacağı sahne, ışıklar her şey ayarlanmış. Sadece mikrofon yok. Akustik nedeniyle ihtiyaç duyulmuyor. Kilisenin görevlileri Boğdan Sarıoğlu ve karısı Antoaneta konserden sonra restorasyona gireceğinden kilisenin yedi-sekiz ay kapalı kalacağını söylüyorlar. Yani konseri bahane ederek kiliseye mutlaka gitmenizi öneririz.Abdülaziz "Kiliseyi bir ay içinde bitirin" dediNe kadar doğrudur bilinmez ama Demir Kilise'nin neden demirden ve prefabrik olarak yapıldığı hakkında anlatılan çok ilginç bir hikaye var. Kiliseyi gezerken bana eşlik eden, Bulgar cemaatine 53 yıl hizmet vermiş, şu an kilisenin koro şefi olan Kiryako Liaje'ye o çok bilinen hikayeyi anlatıyorum: Bulgarlar artan milliyetçilik hareketlerine bağlı olarak bir kilise inşa etmek isterler. Fakat Sultan Abdülaziz, Bulgarların Fener Patrikhanesi'nden bağımsız bir kilise yapmalarını istemez. İsteklerini doğrudan reddetmek yerine "Kilise inşaatını bir ay içinde bitirirmek şartıyla izin veririm" der. Oysa inşaatın bir ayda bitmesi mümkün değil. Bunun üzerine Bulgarlar kiliseyi prefabrik olarak Viyana'da inşa edip İstanbul'da bir ay içinde kurarlar. Kilisenin bittiğini gören Sultan Abdülaziz ise verdiği sözü tutmak zorunda kalır. Liaje burada hemen söze girerek "Bu konu aramızda çok tartışıldı. Bu dilden dile geçen ve ilgi uyandıran bir hikaye. Konuyla ilgili yazılı bir belge yok. Bir kiliseyi 30 gün içinde inşa etmek mümkün mü?" diyor. Gerçek hikaye ise farklı. O dönemde Ortodoks kiliselerinde Rumca ayin yapıldığını anlatan Liaje, Bulgarların kendi dillerinde ayin yapmaları için Fener Patrikhanesi'nden bağımsız bir kilise kurmak istenildiğini söylüyor. 1849'da Bulgar cemaatinin ileri gelenlerinden ve o dönemde milletvekili olan Stefan Vogoridis, Babıali'den bir kilise yapılması için izin alır. Kilisenin yapımı için ikisi kagir, biri ahşap üç bina ve geniş bir avludan oluşan 25 odalı evini hibe eder. Patrikhane kiliseyi ancak 1945'te tanıdı1850'de ahşap kilise tamamlanır. Kiliseye Sveti (Aziz) Stefan adı konulur. Sonra da Sultan Abdülaziz'in fermanıyla bağımsız kilisenin kurulmasına izin verilir. Patrikhane kendisine ters düşen bu gelişmeler sonucu 1872'de Bulgar Kilisesi'ni tanımadığını açıklar. Bulgarlar buna karşı daha büyük bir kilisenin inşası için proje yarışması açarlar. Yarışmayı Ermeni mimar Hovsep Aznavur, ihaleyi de Rudolf Ph. Waagner Şirketi kazanır. Kilise denize çok yakın olduğu için aşınmaya karşı beton yerine tamamen demirden yapılır. Deneme amaçlı şirketin bahçesinde prefabrik olarak kurulur. Sonra parçalar Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden İstanbul'a taşınır. 1898'de de şu anki Sveti Stefan Kilisesi açılır. Patrikhane sonuç olarak 1945'te Demir Kilise'yi tanımayı kabul eder. En büyük çan 400 kiloKilise neogotik ve neobarok stilde inşa edilmiş. Liavje "Sadece mihrap kısmı ağaçtan yapıldı ve altın kaplandı" diye belirtirken kilisenin ikonaları için Moskovalı fabrikatör Nikolay Alekseeviç Ahapkin ile sözleşme imzalandı, ressam Lebedev de resmetti. Kilisenin kulesinde büyükten küçüğe altı çan var. Rusya'da dökülen bu çanların en büyüğü 400 kilo civarında. Kaymasın diye 325 kazık çakıldıLiavje "Haliç'in zemini kaygan olduğundan kilise çam ağacından yapılan kazıklar üzerine inşa edildi. Kilisenin altı boştu. Böylece deniz suyu oraya girip çıkarak bir sarnıç görevi görüyordu, basıncı önlüyordu. Önüne yol yapılınca buradaki basınç arttı ve kilise denize doğru kaymaya başladı" diyor. 2006'da İstanbul Belediyesi tarafından kilisenin etrafına 325 kazık çakılarak bu durumun engellendiğini de sözlerine ekliyor.

AYASOFYA



AYASOFYA

Yeryüzünde Tanrıya ibadet etmek amacıyla yapılmış ihtişamlı binalar arasında pek azı İstanbul'daki Ayasofya'nın gücüne ve gizemine sahiptir.Yüzyıllara meydan okuyan Ayasofya, inşa edildiği tarihten itibaren her dönem için bir simge olmuştur. İlk kilise, kente ismini veren Büyük Konstantin'in isteğiyle, eski bir pagan tapınağının üzerine inşa edilir. Konstantin'in oğlu II. Konstantius tarafından,15 Şubat 360 tarihinde ihtişamlı bir törenle açılan kilisenin planında. Roma tapınakları örnek alınır. "Megale Eklesia" (Büyük Kilise) olarak tanımlanan ilk kilise, 404 yılında İmparator Arkadius'a karşı ayaklanan ayaklanan halk tarafından yakılır ve yıkılır.II. Theodosius tarafından yaptırılan ikinci kilise, yine aynı yerde 10 Ekim 415 tarihinde ibadete açılır. Mimar Ruf-finus'un yaptığı kilisenin planı da ilk yapıda olduğu gibi ba-zilikal tipte ve beş neflidir. Duvarları taş, çatısı ahşap olan ikinci yapı, 13 Ocak 532'de çıkan Nika isyanında yanar. İmparator Justinianus, beşinci saltanat yılında çıkan olaylarda yanan kilisenin yerine, bir daha hiç yanmayacak, tamamı taştan bir kilise yapılması emrini verir.
III. Ayasofya' nın inşası, Miletoslu Isidorus ve Trallesli ( Aydın ) Antemios adlı iki mimar tarafından yürütülür.Yapımı sırasında yüz usta ve on bin işçi çalışır. İmparator Justinianus'un talimatı ile Anadolu, Suriye, Mısır ve Yunanistan'da ki antik şehirlerden getirilen seçme mimari parçalar III. Ayasofya'nın yapımında kullanılır. 23 Şubat 532'de yapımına başlanan III. Ayasofya inanılması güç denebilecek kadar kısa bir sürede 5 yıl, 10 ay, 24 gün sonra bitirilerek 27 Aralık 537'de görkemli bir törenle ibadete açılır. Dört atlı zafer arabasıyla törene gelen İmparator atriumda Patrik Menas tarafından karşılanır. Patrikle el ele girdiklerinde, adeta havada duruyor hissi veren ana kubbenin altında çok duygulanan imparator Justinianus böyle bir ibadet yeri yaptırmayı nasip ettiği için Allah'a dua edip şükranlarını sunar.
İçine girildiğinde hissedilen ruhani havası ve insanı büyüleyen atmosferi ile 700 m2'lik alanı işgal eden Ayasof-ya'da çeşitli ülkelerden ve bölgelerden getirilmiş toplam yüz yedi adet sütun yer almaktadır. Yapıldıktan yirmi yıl sonra 557'de yaşanan büyük depremde hasar gören Ayasofya'nın ana kubbesi 562 yılında Miletoslu Isidorus'un yeğeni genç isidorus tarafından yeniden yapılır.Yapıldığında 49 m. yükseklikteyken 56.60 m' ye, 31 m. olan kubbe çapı ise 32.5 metreye yükseltilir.
Altın mozaikli duvarlarıyla Ayasofya zengin bir görünüme sahiptir. Antik kaynaklarda yapının içinde görülen figürlü mozaiklerden övgüyle söz edilir. Ancak, 726 - 843 yılları arasındaki ikona kırıcılık ( ikonoklazm ) döneminde bu figürlü mozaikler tahrip edilmiştir. Yalnızca insan figürü bulunmayan iç narteksin tonozlu üst örtüsündeki mozaikler bırakılmıştır.
İstanbul'un fethinden sonra Türk devri olarak niteleyeceğimiz dönemde, Ayasofya'nın içine Sultan II. Selim dönemine kadar fazla bir ilave yapılmamakla birlikte, Fatih döneminde batıdaki yarım kubbenin güney köşesi üzerine ahşap bir minarenin yaptırıldığı bilinir. Kesin olmamakla birlikte güneydoğudaki tuğla minarenin de Fatih döneminde yapıldığı kabul edilmektedir. Fatih'in Ayasofya'da ek olarak yaptırdığı tek bina kuzeybatı köşedeki Ayasofya (Fatih) Medresesi'dir.
Kuzeydoğu köşedeki minarenin Sultan II. Bayezid tarafından yaptırıldığı kabul edilmekle birlikte kesin değildir. Batı köşelerdeki iki minare ise. Sultan II. Selim (hd 1566-1574) devrinde Mimar Sinan tarafından yapılan büyük onarımlar sırasında ahşap minarenin kaldırılmasıyla eklenmiştir. Bu sırada Ayasofya'nın etrafı temizlenerek dış kısma yapıyı ayakta tutacak destek payandalar ve yapının içinde ve dışında gerekli onarımlar yapılmıştır. Büyük Mimar Sinan'ın yaptığı bu çalışmalar yapının günümüze kadar gelmesini sağlayan en büyük etkendir.
Vaaz kürsüsü, müezzin mahfili ile diğer dört mahfil 16.yüzyıl sonlarına. Sultan III. Murad devrine tarihlenmek-tedir. Bu eserlerde Türk taş işçiliği sanatının inceliğini görebiliriz.
Yekpare mermerden oyulmuş iki küp Sultan III. Murad (hp 1574-1595) devrinde Bergama' dan getirilerek içme kanın arka tarafına, orta nefin iki yanına konulmuştur. Bu küpler Helenistik devre ait olup, ağız kısımlarındaki bilezik süsleri Türk devri işçiliğidir.
Ayasofya'nın içinde, güneydeki iki payandanın arasında Sultan II. Mahmud tarafından 1740 yılında bir kütüphane yaptırılmıştır. Ayasofya Kütüphanesi barok üslupta çok güzel taş işçiliğine sahip tunç şebekelerinin yanı sıra, içindeki nakışlar ve 16. yüzyıldan itibaren imal edilmiş, aralarına İtalyan Faenza çinileri de yerleştirilmiştir. Devrinin en önemli kütüphanelerinden olan Ayasofya Kütüphanesi 7274 cilt yazma ve basma eseri barındırmakta iken, bu eserler 1959-1960 yıllarında Süleymaniye Kütüphanesi'ne devredilmiştir.
Ayasofya'nın güneyindeki avluda bulunan Sübyan Mektebi (ilkokul) 1740-41 yıllarında Sultan I. Mahmud tarafından yaptırılmıştır. Hemen yanında bulunan sekizgen revak-lı şadırvan köşelere oturulmuş mukarnas başlıklı sütunların taşıdığı sivri kemerlerden oluşur ve aynı döneme tarihlenir.
Sübyan Mektebi'nin doğusunda, 1853 yılında Mimar Fossati'nin yaptığı Muvakkithane vardır. Namaz vakitlerinin düzenli takip edilmesini sağlayan ve kullanıldığı devirde içinde saatler bulunan bu yapı günümüzde ofis olarak kullanılmaktadır.
Sultan Abdülmecid'in emriyle 1847-1849 yıllarında isviçreli Mimar Gaspare Fossati tarafından Ayasofya'da geniş çaplı bir onarım başlatılmıştır. Bu onarımla binanın sağlamlaştırılması yanında, mozaikler açılarak çizimleri yapılmıştır.
Sultan II. Selimin vefatı üzerine bu padişah için Mimar Sinan'ın Ayasofya'nın güney haziresine yaptırdığı türbe ile birlikte burası bir bakıma hanedan mezarlığı olma özelliği kazanmıştır. Osmanlı türbe mimarisinin Kanuni Türbesi'ylebirlikte en önemli yapılarından biri olan II. Selim Türbesi, çift çeperli kubbesi ile iç mekan düzeni ve zengin bezeme-siyle Osmanlı mimarisinin 16. yüzyılda ulaştığı doruk noktalarındandır. II. Selim Türbesinin batısında III. Murad (1547-1595) bulunmaktadır. Mimar Davut Ağa tarafından yapılmıştır. III. Mehmed Türbesi, ilk örnekleri Sinan döneminde yapılan I. Süleyman Türbesiyle birlikte Ayasofya'nın haziresinde bulunan II. Selim ve III. Murad türbeleriyle birlikte gelişmiş bir mezar tipolojisinin en son örneğini ortaya koyar. Bu guruba giren yapıların ortak özelliği biri yalnız dış, diğeri yalnızca iç mekanda algılanabilen iç içe ana iki ana kubbeden oluşmasıdır. Dış kubbe dıştaki ana duvarlar tarafından, iç kubbe ise çokgen planlı bir baldeken tarafından taşınmaktadır.
Sultan I. İbrahim ile Sultan I. Mustafa, Bizans döneminde vaftizhane, Türk devrinde ise kandil yağları ambarı olarak kullanılan yapının türbe haline getirilmesiyle buraya gömülmüşlerdir. Türbelerin yapımı için bu kutsal mekanı tercih eden Osmanlı sultanları, Ayasofya'ya ne kadar önem verdiklerini göstermişlerdir. Bilindiği üzere bizim Ayasofya dediğimiz "Hagia Sophia", "Kutsal Bilgelik" demektir. Bu kelimenin anlam ve önemini iyi bilen Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethinden sonra Ayasofya'yı camiye çevirmesine rağmen, adını değiştirmemiştir. Fatih Sultan Mehmed'in Ayasofya'yı cami olarak kullanması, Ayasofya'nın dini önemini azaltmamış, bilakis kutsiyetini artırmıştır.Yapıyı süsleyen resimli Bizans mozaikleri yüzyıllar boyunca ihtimamla korunmuş, islami ibadete engel görülmemiş, kazınıp bozulmamış olması, Türklerin hoşgörüsü ve kültürlere karşı saygısını göstermektedir. Cumhuriyet Dönemi:
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Ayasofya'da bazı tehlikelerin belirmesi üzerine 1926 yılında yerli ve yabancı uzmanlardan yeniden raporlar istenmiş ve yukarı galerilerin duvarlarına, deprem kontrolü için camlar konulmuştur. Kubbede ve bir payede bazı takviyeler yapılmış, su sızıntılarını önlemek üzere kurşunlar onarılmıştır.
İsviçreli Mimar Fossati tarafından ince kireç tabakası ile kapatılmış olan mozaikleri açığa çıkarmak üzere Türk hükümetine başvuran Amerikalı Thomas VVhittemore, 1932 yılında Gregorini ve Benvenuti adlarındaki iki italyan mo zaikçinin katkısıyla İmparator kapısı üzerindeki panoyu temizlemekle işe başlamıştır. Whittemore'un yönetimindeki çalışmalar sürerken Atatürk'ün isteği üzerine Ayasofya, 24 Kasım 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu toplantısında alınan karar gereğince müzeye dönüştürülmüş, 1 Şubat 1935'de resmen ziyarete açılmıştır.
Ayasofya'nın müzeye çevrilmesi, buradaki mozaik araştırma ve temizleme işlerini kolaylaştırırken Amerikan Bizans Enstitüsü üyelerinden R.Van Nice, binanın son derece hassas rölövelerini çizmeye girişmiş ve bütün bir ömrünü bu çalışmaya ayırmıştır. Diğer taraftan Alman Arkeoloji Enstitüsü İstanbul Şubesi de A.M.Schneider (1896-1952) yönetiminde 1936'da Ayasofya'nın batı cephesinde bir kazı (sondaj) yaparak burada II. Theodosius döneminde yapıldığı kabul edilen ikinci Ayasofya'nın kalıntılarını ortaya çıkarmıştır. Bu sırada çok harap olduğu gerekçesi ile kuzey taraftaki medrese binası (Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmıştır) da tamamen yıktırılarak ortadan kaldırılmıştır. 1947'de tuğla minare tamir edilmiş, dış cephelerin sıvaları yenilenmiş, sarı renkli badana vurulmuştur. Bu tarihlerden sonrada, Ayasofya'nın içinde ve dışında onarımlar sürdürülmüş, avlusu ve çevresi temizlenmiştir. Bu çalışmalar sırasında yeni bazı kalıntılar (Vaftizhane gibi) ile 1936 yılında Fatih Medresesi'nin temelleri ortaya çıkarılmıştır..

Ayasofya'daki Gizemler

921 yıl kilise, 481 yıl da cami olarak hizmet gören Ayasofya, gerçekten çok etkin bir bina. İçeri girildiğinde insan ister istemez yüzyılların ağırlığını hissediyor. Bu dev yapı büyüklük yönünden Dünya'da dördüncü, kubbe yüksekliği yönündense beşincidir.

Yüzyıllarca Hıristiyan Ortodoks Kilisesi' nin yönetim merkezi olan Ayasofya'ya Osmanlılarda çok önem verdiler. Bu önem onun maddi ve manevi varlığını büyüttü. Çeşitli mitler, öyküler, inançlar üst üste yığıldı. Gerçi, Dünya'nın birçok yerindeki ünlü ibadethanelerin kendilerine göre mitleri vardır. Yapım zamanlarının eskiliğine göre, çeşitli garip inançların hedefi olmuşlardır. Fakat Ayasofya'nın bu alandaki ünü çok fazla. Onun her yanı garip öykülerle dolu...


 

ayasofya
ayasofya
921 yıl kilise, 481 yıl da cami olarak hizmet gören Ayasofya, gerçekten çok etkin bir bina. İçeri girildiğinde insan ister istemez yüzyılların ağırlığını hissediyor. Bu dev yapı büyüklük yönünden Dünya'da dördüncü, kubbe yüksekliği yönündense beşincidir.

Yüzyıllarca Hıristiyan Ortodoks Kilisesi' nin yönetim merkezi olan Ayasofya'ya Osmanlılarda çok önem verdiler. Bu önem onun maddi ve manevi varlığını büyüttü. Çeşitli mitler, öyküler, inançlar üst üste yığıldı. Gerçi, Dünya'nın
birçok yerindeki ünlü ibadethanelerin kendilerine göre mitleri vardır. Yapım zamanlarının eskiliğine göre, çeşitli garip inançların hedefi olmuşlardır. Fakat Ayasofya'nın bu alandaki ünü çok fazla. Onun her yanı garip öykülerle dolu...

Yunanlar nedense Ayasofya'yı incelemeyi çok severler. işin garibi, aslında yapıldıktan 50 yıl sonra kubbesi depremde tümüyle çökmüş. Kubbedeki resimler de "kutsal" olduğu için, molozlar atılamamış, yerde bırakılarak taban yükseltilmiş. Bu yüzden Ayasofya'da bazı kapılar kapanmaz. Bundan 400 sene sonra bir depremde daha kubbe tümüyle yıkılmış. Yunanlı "araştırmacılar"ın es geçtiği bir nokta da : Kubbesi, yapılan statik hatalardan dolayı çatlamaya başlayınca etrafına "payanda"lar yapılmış. Hatta Mimar Sinan'ın eklediği minareler aslında binayı ayakta tutan payanda görevi görüyormuş. Günümüze kadar ayakta kalmasını sağlayan da buymuş, kül değil. Hadi bakalım bir de Mimar Sinan mucizesini araştırın...
http://www.ayasofya.org/resim/2-ares/detail/2-ares.html?tmpl=component



Hem Hıristiyanlarca, hem de Müslümanlarca benimsenen ibadet yerlerinin en ünlüsü, Ayasofya...



Maketini arılar yaptı
Ayasofya birçok kereler yapıldı ve yıkıldı. En son yıkılışı da Bizans tarihinde geçen Nika isyanı sırasında oldu. M.S. 532 yılındaki bu isyan sırasında Ayasofya Bizans İmparatoru Justinyanus kiliseyi yeniden yaptırmaya karar verdi. Yapacak mimarı bir türlü bulamadı. O günlerde çok ilginç bir olay oldu. Bir dini ayin sırasında elindeki kutsal ekmekçiği bir arı kapıp kaçtı. İmparator arının saklandığı peteği bulup getirene ödüller vaat etti. Sonunda birisi bulup getirdi. Hayretle gördüler ki, petek mabet maketi şeklindeydi. Mabedin mihrap yerinde de kutsal ekmek duruyordu.

Beyazlı delikanlının getirdiği altın
Sonra yapım başladı. Sıra kubbeye geldiğinde para bitmişti ve durmak zorunda kaldılar. İşte tam bu sırada, beyazlar giymiş bir delikanlı ortaya çıktı. Beraberinde çuvallarla yüklü katırlar da getirmişti. Delikanlıyı, İmparator Justinyanus'un huzuruna çıkardılar. İmparator çuvalların içindeki altını görünce, şaşkınlığını gizleyemedi.
Justinyanus buna çok sevindi. Olayı yakınlarına anlattı. Fakat tılsım bozuldu. Beyazlı delikanlı bir daha görünmedi...

Mimar kaçıyor
Duvarlar kubbe seviyesine gelince bu defa, mimarbaşı ortadan yok oldu. Roma'ya kaçtığını öğrendiler. 7 yıl sonra mimar, Roma'daki işini de yarım bırakıp tekrar İstanbul'a döndü. İmparator, mimarbaşını görünce çok kızdı. Fakat mimarbaşı ona şöyle dedi:
"Bu koca yapının temelinin çok sağlam olması gerekir, eğer kalsaydım acele ettirecektiniz ve yapının sağlamlığı tehlikeye düşecekti."
Ayasofya'nın yapımı, 40 yıl sürdü. Büyük kubbenin üzerine altın bir haç takıldı. Bu haç o zamanlar öyle parlaktı ki, güneş vurunca, ışığı Alemdağ'dan,hatta Istranca Dağlanrından dahi görülüyordu.



Yılanlar imparatoriçenin cesedini yiyorlar
Justinyanus'un karısı İmparatoriçe Thedora,
güzelliğinden başka bir şey düşünmeyen çok günahkâr bir kadındı. Ölünce yılanların kendisini yiyeceklerinden çok korkuyordu. Bu nedenle kurşun bir lahit yaptırdı ve kilisenin büyük kapısı üzerine gömülmesini emretti.
Ancak efsaneye göre iki yılan, lahitte delikler açarak içeri girdiler ve cesedi yediler. Şimdi Ayasofya'nın giriş kapısı üzerinde görülen delikler yılanların açtığı delikler olarak kabul edilir.

Terleyen direk
Ayasofya'nın kıble tarafındaki kapılarından soldan sayılınca sonuncusunun iç tarafında bir mermer sütun var. Bu sütunun en büyük özelliği kış ve yaz nemli olması. Bu yüzden bu sütuna "terleyen direk" deniyor. Sütunun zemininden başlayarak bir buçuk metrelik bir kısmı bakır plakalarla kaplı.
İnanca göre sürekli baş ağrısı çekenleri, sindirim sistemi hastalıkları olanları ve sıtmaya tutulanları bu direk tedavi ediyor. Önce iki rekât namaz kılınıyor, sonra hasta avuçlarını önce bakır plakalara sonra da yüzüne sürüyor. Bu hareket üç kez tekrarlanınca hastalıklar iyi oluyor...
Ayrıca elleri çok terleyen kimselerin, direğin üzerinde bulunan deliğe parmaklarını soktukları ve artık ellerinin terlemediği birçok defalar görülmüş...


Terlemenin nedeni...
İnanca göre, Ayasofya'nın büyük bir kubbesi bir depremde yıkılınca, 300 rahip Mekke'ye gitmişler ve orada zemzem suyundan almışlar, bunu Mekke toprağı ile karıştırıp,bu sütunun altına harç olarak koymuşlar. Sütunun bu yüzden "terlediğine"inanılıyor.
Bir başka inanca göre de Hızır Peygamber, parmağım Ayasofya'daki deliğe sokmuş ve binayı Mekke'ye yöneltmiş yani
Kıbleye çevirmiş
Terleyen direğin ya da diğer adıyla ağlayan direğin öyküsü, görüldüğü kadarıyla Osmanlı döneminde ortaya çıkmış. İslam inançlarıyla beslenmiş.
Sütunun yapısının gözenekli olduğu ve kılcal damarlar yoluyla temeldeki suyu emdiği ve bu yüzden terlediği, en geçerli bilimsel açıklamalardan biri. Ama acaba neden sadece bu direği gözenekli taştan yapmışlar? Bu soru cevapsız kalıyor...


Kuyudaki şifalı su


Ayasofya'nın içinde büyük salonun ortasında bir kuyu var. Eskiden bu kuyu kalp hastalığına tutulanların sık sık geldikleri bir yerdi. Bunlar üç cumartesi art arda aç karnına buraya geli}, sabah namazını kılar ve bu sudan içerlerdi.
Bu gelenek cami müze haline getirilene kadar sürdü. Kuyunun üzerinde yaklaşık 50 santim çapında, demir bir kapak var. 7 metrelik bir çubuk sarkıtıldığında dibine ulaşılamıyor. Su hâlâ mevcut, tadı tatlımsı ve mineralli.
Bu suyun ne tür bir bir bileşim taşıdığının, incelenmesi gerekir. Yüzyıllardır orada durduğuna göre acaba bozulmuş mudur? Sonra niçin kalp hastalığına iyi geliyor? Bu da düşündürüyor. Yoksa suyun bir özelliği mi var? Bu soruların cevaplarını, devletin yetkili kurumlarına bırakıyoruz.
Geçenlerde bilim dünyası çikolatanın içinde bulunan bir maddenin hormonal etki yaptığını açıkladı. Ama bu etki özellikle, aşk yüzünden kalbi kırılanların üzerinde görülüyormuş. Demek ki, bu madde,beyinde aşırı üzüntü yaratan merkezi etkiliyor. Ayasofya' daki kuyunun şifalı suyunun da böyle bir özelliği neden olmasın!

"Tabuta dokunursanız, Ayasofya yıkılır"


Ayasofya'nın orta kıble kapısı üzerinde bir tabut var. Sarı pirinçten yapılmış bu tabutta Kraliçe Sofya yatıyor.
Yalnız bir tehlike var, "Bu tabuta sakın dokunmayın" deniyor. Çünkü tabuta el sürü-lürse-jbüyük bir gürültü başlıyor ve tüm bina sallanmaya başlıyormuş.
Kubbenin dört tarafında birer melek resmi var. Bunlar Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail'dir. Bu melekler kanatlarını açmış bir biçimde çizilmişler. İnanca göre Azrail, imparatorların ölümlerini, Mikail düşman saldırılarını, Cebrail ve İsrafil ise olacak olayları haber veriyor.
İnananlar, tabut ile bu melekler arasında bir ilişki kuruyorlar... Tabutun koruyuculuğunu da üstlenen melekler, ona dokunulmasına izin vermiyorlarmış.

Esrarengiz kapılar
Ayasofya'nın güney tarafında ufak ve dar bir koridorun ucunda örülmüş bir kapı var. Buna "açılmaz kapı" deniyor. Anlatılanlara göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul'a girdiğinde Rum Ortodoks Patriği yanındakilerle bu kapının önünde dua ediyormuş.
Osmanlı ordusu kiliseye girince, Patrik bu kapıdan kaçıp kaybolmuş ve kapı bir daha açılmamış. Her paskalyada bu kapının önünde" kırmızı yumurta kabukları" ortaya çıkarmış...
Bir de "Kapanmaz Kapı" miti var. Fetih günü, Fatih'in ordusundan biri bu kapıya öyle bir vuruş vurmuş ki, kapı yere gömülmüş ve bir daha asla açılmamış...



Pençe nişanı
Binanın güneydoğusundaki kubbeyi tutan fil ayağının bir yüzünde 6 metre yükseklikte ele benzeyen bir iz var. Kuşaktan kuşağa anlatılanlara göre, fetih günü, Fatih Sultan Mehmet'in atı ürkmüş, Sultan eliyle bu kemere tutunmuş. Atı ise sütunun kaidesini zedelemiş. Buraya kadar bir şey yok. Ama pençe izinin yerden 6 metre yükseklikte olduğu ve bu yüksekliğe, hiçbir atın erişemeyeceği düşünülürse, olayın esrarı bir anda ortaya çıkıveriyor.

Gizli ayin
Bir başka olay Kanuni Sultan Süleyman döneminden. Gece bir derviş grubu camiye ibadet etmek için geliyormuş. Uzaktan Ayasofya' nın bütün ışıklarının yandığını görmüşler, içeriden ilahi sesleri geliyormuş.
Dervişler korkup içeri girmemişler, olay padişaha iletilmiş. Kanuni adamlarıyla bizzat gelmiş ve dışarıdan olayı aynen görmüş. Sonra içeri girilmesini emretmiş ama içeri girenler kimseyi bulamamışlar. Her yer kapkaranlıkmış. Bu da Ayasofya'nın, halk deyişiyle, pek tekin bir yer olmadığına işaret eden bir efsane...
Ayasofya'nın mucizelerinin sonu gelmiyor

Büyük kıble kapısının kanatlarının Nuh'un gemisinin tahtalarından yapıldığı bir diğer inanç. Eskiden deniz seferine çıkılmadan önce, yolcular bu kapıya gelir, dua eder ve Hz. Nuh'tan yardım dilerlermiş...
Ayasofya'nın hikâyesi bundan ibaret değil. Birçok defa yıkılıp, sonra yeniden yapılan bu güzel yapının tarihi, insanoğlunun Dünya'daki serüveninin küçük bir parçası sanki...







Diğer Gizler ve Efsaneler

Avarlar, Ayasofya’nın altınlarını alıyor
Avarlar, 575 yılında Roma’yı kuşatıyor ve Papa 1. Benedictus, fidye vererek kendini kurtarıyor. Ama Avarlar, 614-619 arasında bu kez İstanbul’u kuşatıyor. Patrik Sergius, Ayasofya’daki kutsal ama altından olan ne varsa erittirip para haline getirerek Avarlar’a veriyor. Avarlar, bir miktar da Bizanslı kadını alarak kuşatmayı kaldırıyor.

Arapları Meryem Ana püskürtüyor
714 yılında Araplar yine geliyor ve 718’e kadar kent muhasara altında kalıyor. Bu sırada imparator, “Herkes eline haç alsın, surların etrafında dolaşsın; bu bizi koruyacak” diyor. Patrik de “Meryem Ana ikonalarını alın ve dolaşın; asıl bu bizi koruyacak” diyor. Gerçekten de Meryem Ana’nın gebe kaldığı 15 Ağustos günü, Araplar kuşatmayı kaldırıyorlar. İmparatorun gücü sıfıra iniyor.

Hz. Muhammed’in tükürüğü Ayasofya’yı koruyor
Bizans sanatı konusunda sayılı uzmanlardan İngiliz Anthony White’ın aktardığına göre, Hz. Muhammed’in peygamber olduğu dönemde Ayasofya’nın küçük kubbelerinden biri çöküyor. Tamiratta başarısız olan Bizanslılar, Peygamber’e elçi gönderiyor ve “Yeniden yerine oturtabilmek için ne yapmalı?” diye soruyorlar. Hz. Peygamber özel taşlar, kum ve bir de kap içinde kendi tükürüğünü gönderiyor. Tükürük harca karıştırılıyor. O kubbeye bir daha hiçbir şey olmuyor.

Ortodokslarla Katolikler Ayasofya’da ayrılıyor
1054 yılında papanın temsilcisi Kardinal Humbold, patriğin yönettiği ayin sırasında Papa’nın patriği aforoz ettiğini bildiren fetvayı açıklıyor. Ayin bozuluyor, kargaşa çıkıyor. Böylelikle Ortodoks ve Katolik kilisesi, birbirine darılarak temelli ayrılmış oluyor. Ayrılık 911 yıl sürüyor. 1967’de 6. Paul, İstanbul’a gelerek dargınlığı sona erdiriyor.

Hristiyanların Kutsal Emanetleri çalınıyor
1204 yılında Haçlı orduları İstanbul’u yağmalarken Ayasofya’da ne kadar kutsal eser varsa hepsini kaçırıyor. Geçen yıl Vatikan, jest yaparak kutsal emanetlerden bazı bölümleri geri verdi.

Deisis Mozaiği’ndeki Hz. İsa değil
1264’te İstanbul, Haçlıların elinden kurtarılıyor. Bundan sonra, Ayasofya’nın içinde Deisis Mozaiği yapılıyor. Bu mozaikteki İsa figürü ABD’li araştırmacı Roberto Solarion’a göre, gerçekten İsa değil, Kemerhisarlı (Tyana’lı) Apollon. (Hatırlanacağı gibi Tempo Ocak 2005’te Aytunç Altındal’ın bu konuda bir kitap hazırladığını duyurmuştu. Kitap, nisan ayında piyasaya sürüldü.) Bunun ispatı ise mozaikteki İsa figürünün sağ kaşının üzerindeki yara izi. İz, 11 sayısına işaret ediyor. Pisagorcu tarikat üyesi Apollon’da da bu iz var. Figürün Apollon’a ait olmasının nedeni ise paganların Anadolu’da zorla Hıristiyanlaştırılırken, İsa’nın resmini yapar gibi görünseler de, Apollon’un resmini yapmaları.

Deisis Mozaiği’ndeki Meryem Ana değil
Mozaikteki Meryem figürü, ellerini İsa’ya doğru uzatmış vaziyette. Oysa Hıristiyan şeriatına göre yapılan resimlerde Meryem’in ellerinde İncil ya da İsa olması gerekiyor. Dolayısıyla bu figürdeki Meryem, ‘anne’ değil Mecdeli Meryem olarak da bilinen ve Hz. İsa’nın eşi olduğu varsayılan kadına ait.

Kutsal Kâse aslında Ayasofya
Kutsal Kâse, aslında Hz. İsa’nın içit kabı değil, ‘dişil prensip’i temsil ediyor. Bu prensibin adı ‘Sofya’. Yani Kutsal Kâse’nin kendisi Ayasofya ki, Hıristiyanlık inancına göre bütün kiliseler rahim örnek alınarak yapılıyor. Bunların en kutsalı da yani ‘Kutsal Kâse’ de Ayasofya.

Bizans’ın ilk gizli teşkilatı Ayasofya’da kuruluyor
Mikail Cellius adlı bir filozof, Bizans’ın ilk gizli teşkilatını Ayasofya’nın mahzenlerinde kuruyor. Aynı mahzenler, aynı zamanda Gnostik Hıristiyanların gizli kitabı Picatriks’in de çevirilerinin yapıldığı mekân.

İlk düz haç Ayasofya’da kullanılıyor
Hıristiyanlar, İmparator Jüstinyen döneminde Akhineton Haçı adı verilen şekli bırakıyor ve düz haç modeline geçiyor. Bu da ilk kez Ayasofya’da kullanılıyor.

Çapraz Haç’ın anlamı
Aziz Andre’nin üzerinde idam edildiği haç, çapraz formda. İstanbul’daki kilisenin kurucusu sayılan Aziz Andre’nin anısına tavana çapraz haç motifi işlenmiş.

Dandolo İstanbul’u alıyor ve ölüyor
Latin komutan Henricus Dandolo, Papa’nın çağrısı üzerine İstanbul’u almak zorunda kalıyor. Bizanslıların tehdidi oldukça ilginç: Eğer bu kenti alırsan ölürsün. Dandolo kenti alıyor ve ölüyor. Mezarı halen Ayasofya’da.

Ayasofya kiliseye hiç ait olmadı
Ayasofya kilisenin malı değil. Çünkü mekân imparatora ait kabul ediliyor. Dolayısıyla 1453’te Fatih Sultan Mehmet de Ayasofya’nın değerini ödeyerek bir vakıfla kendi üzerine geçiriyor. Daha sonra da padişahların malı olarak devam ediyor.

Ayasofya’daki Hermetik semboller
Dört balık: Tavandaki dört balık sembolü aslında dört Gospel’e atıf. Balık, iman anlamına geliyor. Bu İsa’da bütünleşmiş olan imanı temsil ediyor.

Baklava
Bu şekil, eğer yuvarlak olsaydı kainat anlamına gelecekti. Oysa baklava motifi yeryüzü anlamına geliyor. Yeryüzünün merkezinde haç, haçın merkezinde de İsa var.

Mantra ve sekiz köşeli yıldız
Sekiz çeperli gül, aslında mantrayı temsil ediyor. Çevresindeki sekiz köşeli yıldız ise kainatın sekiz köşesi olduğunu gösteriyor. Bunlar asıl olarak paganik semboller.

Diğer Hermetik semboller
Daire, kainat anlamına geliyor, etrafında da minik noktalar var; onlar da yıldız demek. Bu, aynı zamanda şifa sembolü. Kenarlardaki defne dalları da Hermetik öğretiye ait. var. Aradaki haça benzer figürler de bir nevi Hermetik takıyye.

Vikingler de Ayasofya’da
İkinci kat balkonlarından birinde, Vikingler’e ait Rune alfabesiyle yazılmış yazılar bulunuyor. Bu en mistik yazı tarzlarından biri olan Elgir Rune’u. Aynı yazılardan, bodrumdaki mahzenlerde de var.

Ayasofya’ya ait efsaneler
Sekizinci sütun altında Hıristiyanlığın en büyük değerleri saklanıyor iddiası tamamen asılsız. Çünkü Haçlı orduları bunların hepsini çalmış. Hz. İsa’ya ait gerçek haça ait parçalar ise 640 yılında imparator Heraklios tarafından Kudüs’e gönderilmiş. Aynı şekilde mahzenlerin altındaki tünellerden Kınalı adaya kadar bir tünel uzandığıda söylenir...


Mozaiklerin Açıklamaları

Apsis Yarım Kubbesindeki Mozaik:

Altın zemin üzerinde ortada değerli taşlarla süslü tahta oturan Meryem, kucağında İsa ile birlikte tasvir edilmiştir. Meryem’in koyu lacivert renkte sade ve bütün vücudunu örten kıyafeti, etrafını çeviren altın zemin ile bir kontrast oluşturur.

Güney Galeride Deisis Mozaiği:


Ayasofya’nın mozaikleri arasında hiç kuşkusuz, en ünlüsü Deisis kompozisyonudur. Deisis, yani mahşer günü İsa’dan Meryem ve Loannes Prodromos’un insanlık için yardımcı olmasını dilemeleridir. Mahşer Kompozisyonunun ortasını meydana getiren üçlü kompozisyonda ortada büyük bir İsa ekseni teşkil eder. Üçlü grubun ikinci şahsı Meryem'dir. Diğer yanda ise Vaftizci Yahya bulunmaktadır.

Güney Galerideki İmparatoriçe Zoe Mozaiği:

Ortada Pantokrator (Kainatın hakimi) İsa, sağ eliyle takdis işareti yapmakta, sol eliyle incilerle bezenmiş cildi olan Kutsal Kitabı tutmaktadır. İsa’nın bir yanında imparatoriçe Zoe, diğer yanında Zoe’nin üçüncü kocası Konstantinos Monomakhos yer almaktadır. Bizans tarihinde entrikaları ve evlilikleriyle ün yapan imparatoriçe Zoe kocalarını değiştirdikçe mozaik üzerindeki imparatorun başı ve isminin belirten yazının da değiştiği sanılmaktadır. Konstantin’in kafası ve üstündeki yazıt kazınıp, tekrar yapılmıştır. Orijinal mozaik Zoe’nin ilk kocasına aitti. Bu panoda İmparatorluk ailesinin kiliseye şükran ve bağışları sembolize edilmektedir

Güney Galerideki Komnenos Ailesi Mozaiği:

İmparator Komnenos II ile eşi Macar asıllı İmparatoriçe İrene ve oğulları Aleksios’u tasvir etmektedir. Ortada kucağında İsa ile ayakta duran Meryem yer almaktadır. İmparator ve İmparatoriçe değerli taşlarla süslü tören elbiselerini giymişler, imparatorun elinde bir para kesesi, İmparatoriçe de bir rulo tutmaktadır. Takdim edilen rulo kiliseye bağışları, deri kese ise altın yardımını belirtmektedir. Macar asıllı imparatoriçenin ırk özellikleri; açık ten ve açık saç rengi belirgindir.

Güney-Batı Girişi Üstünde Bulunan Mozaik:

Altın zemin üzerinde ortada görkemli bir taht üzerinde oturur durumda koyu lacivert elbiseli Meryem tasvir edilmiştir. Başının iki yanında bulunan kısaltılmış harfler “Tanrı Anası” olduğunu ifade eden kelimelerin kısaltılmış semboludur. Meryem ayakları altındaki kenarları değerli taşlarla bezenmiş bir kaide üzerine basar. Bu kaidenin üst yüzü gümüş mozaiklerle kaplıdır. Bizans sanatında altın mozaiklerlerin bol olmasına karşılık, gümüş mozaikler son derece azdır. Meryem’in kucağında oturan İsa yetişkin, bilgiç bir insan ifadesine sahiptir. Bu onun Tanrıya yakın bir mistik varlık olduğunu gösterir.

İki yanda bulunan imparator figürlerinden biri İstanbul’un kurucusu Büyük Konstantin ve elinde sunduğu maket bir şehir semboludur. Etrafını surların çevirdiği bu şehrin Byzantion yanı İstanbul olduğu kolaylıkla anlaşılır. Ayasofya maketini sunan da Justinyen’dir.
İmparator Kapısı Üzerindeki Mozaik:
Bu mozaik pano 9. yüzyıl sonunda yapılmıştır. Ortada son derece süslü taşlar ve incilerle süslenmiş taht üzerinde oturmuş Pantokrator İsa bir kaide üzerine basmaktadır. Sağ eli takdis işareti yapmakta, sol eliyle dizi üzerinde açık duran bir kitabı tutmaktadır. İsa’nın ayakları önünde secde eder durumda imparator altıncı Leon şefaat isterken görülür . İki kenardaki madalyonların birinde Meryem tasvir edilmiştir. Diğerinde ise lilisenin koruyucusu baş melek Cebrail tasvir edilmiştir.

__________________________________________________________________________
İSTANBUL-TARİHİ YARIMADA

AY BİR KİLİSESİ (VEFA AYAZMASI)

Vefa Ayazması'nın bahçesinde Bizans dönemine ait sutun ve sütun parçaları bulunmakla birlikte, Kilise tarihi hakkında net bir bilgi yok. Bunlar "eski kilisenin parçaları mı, bir başka kiliseden buraya mı nakledilmiş" sorularının cevapları bilinmiyor. 18. Yüzyıl başlarında, 1730 – 1740 yapımı bir ayazma. Burası Arnavut asıllı bir Ortodoks’un bahçesiymiş. Maria adındaki kızı bir gece rüyasında Meryem Ana’yı görür ve "burada bir ayazma var, kilise inşa edelim" der. Nitekim bir su kaynağı bulunur ve aile kendi parasıyla ufak bir kilise inşa eder ve Hz. Meryem’in ölümüne ithaf edilir. Vefa Ayazması ve Kilisesi, Ay Bir Kilisesi ya da Meryem Ana Kilesi olarak da biliniyor. Şu anda, kilisenin daimi bir papazı yok; dönüşümlü olarak diğer semt kiliselerindeki papazlar geliyor. Ancak, her salı ve perşembe günü, Papaz Vasilis, umutla kiliseye koşanları okuyor.

Ayazma Nedir?Ayazmalar, Hıristiyanlık dünyasında Ortodokslarca şifa verdiği kabul edilen ve bu nedenle kutsal sayılmış ya da sonradan kutsanan su kaynakları üzerine inşa edilmiş binalar. Yunanca "kutsal yer" anlamında olan "hagiasma" sözcüğünden dilimize yerleşmiş.Genellikle bulunduğu bölgenin halkı tarafından saygı duyulan aziz veya azizeye ithaf edilmişler. Şifa dağıtıcı özelliklerinden ötürü Ortodoks'ların önemli ziyaretgahlarından sayılan ayazmalar, adını aldıkları, başka bir deyişle ithaf edildikleri aziz veya azizenin, Ortodoks takvimine göre yortularına rastlayan zamanlarda kalabalık halk toplulukları tarafından ziyaret edilir. Bu yortularda ayazmanın bağlı olduğu veya ona en yakın bulunan kilisenin kıdemli din adamı tarafından yönetilen ayinler yapılır. Ziyaretçiler aziz veya azizenin gözyaşları olduğuna inandıklari bu suları şifa bulmak niyetiyle içerler, vücutlarının hasta olan yerlerine derman olsun diye sürerler, şişelere doldurup evlerine götürürler. Ayrıca bu suların canlılara manevi güç aşıladığına da inanılmaktadır. Bunun yanısıra bu aziz veya azizeye dileklerde bulunulur, onun ikonası önünde mumlar dikilerek adaklar adanır. Ayazmalar yalnızca bu özel günler içinde değil, sair günlerde de ziyaret edilirler.

· Dinleri buluşturan Ayazma


Figen Nalan ÖzkanBir yanı Cibali bir yanı Zeyrek. Ezan sesine karışan kilise çanları... Kuş cıvıltısı, yaprak hışırtısı, gün ışığı ve kilisenin sabah serinliği... Kızıl narların, üzüm salkımlarının dallardan sarktığı, IMÇ Plakçılar Çarşısı'nın seslerine arabaların gürültüsünün karıştığı yerde, sırtını pazar gecekondularına yaslayarak nefes almaya çalışan Vefa Kilisesi ve Ayazması... Bir papaz ve önünde kutsanmayı bekleyen iki türbanlı Müslüman kadın, arka tarafta Yahudi’si, Ortodoks'u, Hıristiyan'ı, Rum’u, Ermeni’si Vefa Ayazmazı'nın çeşmelerinden akıp gelen şifali suyla yıkıyorlar yüzlerini. Ellerini açıp semaya, kutsal suyun ve ışığın sıcaklığına bedenlerini sunuyorlar. Sanatçısı, işadamı, zengini, fakiri, tesettürlüsü, başı açığı, ünlüsü, ünsüzü çeşitli ırklardan ve farklı dinlerden insanların, Türkiye’nin dört bir yanından her ayın birinci günü buluştukları Vefa Ayazması; dilek tutup adak adayan insanların içsel boşluklarını çınlatan kutsal bir mekan...Tevrat'ı yazabilen, İncil’i dizebilen ve Kuran’ı sezebilen Ademoğulları yaşadıkları kirlilik ve ikilemlerden arınmanın, vicdan muhasebesi yapabilmenin ayrıcalığını bu mekanda bulabildiklerini hemen hissettiriyorlar.

Kutsama töreniTütsünün kesif kokusu ve dumanı içinden geçerek kilisenin bodrum katındaki ayazmaya iniyoruz. Meryem Ana resimleri, Hz. İsa’nın ikonası ve çeşmeden akan suyun ortasında bir papaz… İnsanların dertlerini dinliyor, İncil'den dualar okuyor… Okunmanız için Hıristiyan olmanız şart değil! Hangi dinden olursanız olun önemli değil. Papaz sizi okuyor, sonra da İsa’nın önünde kendi inancınıza göre dua etmenizi istiyor. Hatta şifa bulmasını istediğiniz kişi yok ise onun fotoğrafını okuyor.

Şifalı su Bir yanda sönmeye yüz tutmuş mumları toplayan genç bir adam, diğer yanda bekçinin karısı Ayazma’nın çeşmesinden akan su ile gelenlere şifa dağıtıyor. Küçük pet şişelere konulan suları "hayır parası" karşılığı alıp götürebiliyorsunuz. Ayazmada iken bu sudan içiyor, yüzünüzü yıkıyorsunuz. Pet şişe içinde alınan su ise tuvalet hariç evin her köşesine serpiliyor. İnanca göre köşeler karanlıkta kalan yerlerdir ve köşeler evin temelidir. Buralara su serperek evi kutsarsınız. Kötülüklerin, uğursuzlukların ve gözlerin evin temelinden gitmesi sağlanır. Hastalar da bu suyu içmeli ya da hastalıklı bölgeye sürmeli... Hataylı Bekçi bu ironik çelişkinin altını çiziyor: "Bu aslında inançla ilgili bir mesele. İnanmayan şifa bulmuyor. Buraya her ayın birinde binlerce insan geliyor."

Herkes eşit Ayazmada bir tarafta Meryem Ana tablosu önünde dua eden siyah çarşaflar içinde bir Müslüman kadın ve elinde çocuğu. Diğer yanda Bizans’tan kalma mermer kubbe üstüne konulan ekmeği değişik inanışdaki insanların bölüşmesi; bir an için çok doğallaşıyor. Burada herkes aynı suyu ve aynı ekmeği bölüşüyor. İkiliğin ortadan kalktığını kinin ve nefretin karanlığa gömüldüğünü bir an için unutmak ve dış dünyayla ilişkinden kopmak!İnancın ateşiyle kavrulan gözlerde aynı inancın büyüsü geziyor. Semaya açılan avuçlara sunulan kudret lokması ve Tanrı'ya ibadetteki yakarışlar, diller farklı olsa da dinsel bir mozaiğin sentezinde çınlıyor.

Bereket ve bolluğun simgesi Neden herkes ayın birinde tıklım tıklım dolduruyor? Ayın birinci günü bereket, bolluk, sağlık, güzellik ve iyiniyete açılan kapı olarak yorumlanıyor. İnanca göre her ayın biri ayazmaya gidilmesi gerekiyor. Eğer her ayın biri gidemiyorsanız, Ocak 1’de gitmeniz öneriliyor. Bütün bir yılın sağlıklı, huzurlu ve bol kazançlı geçmesi isteğiyle dua ediliyor… Burada önemli olan inançla, ilk maaşınızı Allah’a harcamak, ilk O’nun suyuyla kutsanmak, yıkanmak, içmek, evini ve işyerini o suyla takdis etmek ya da kutsanmak... O zaman o ayın bütün kötülüklerinden ve şaşırtıcı olaylarından arınmış olursunuz...

Kutsanmış anahtar Tahtakale, Unkapanı ve Kapalı Çarşı gibi İstanbul’un olmazsa olmaz, dinin, imanın para olduğu bu üç merkezin kalabalık sessizliğinde yalnızlaşıyor Ayazma’nın pet şişelerdeki suyu. Bu kutsal kiliseye gelenler mutlaka Papaz tarafından önceden kutsanmış ufak anahtarlardan satın alıyorlar. Rumca ve Arapça dualar birbirine karışıyor. Aslında bu bir bakıma kutsal suya ulaşılan kapının kilidini açan anahtarı temsil ediyor. Bu anahtarlar, tablolara, duvarlara ve ikonalara sürülüyor. Böylece aydınlığa açılan kapının kilidi aralanmış oluyor. Dilekler tutuluyor, sağlık ve mutluluk dileniyor. Çocuk isteyen çiftler, evi olsun isteyenler, sağlığına kavuşmayı dileyenler Ayazma'nın mermer sütunlarına anahtarları, nazar boncuklarını, eşarplarını, ellerini ya da bir parça ekmeği sürüyor; derman arıyor. Evlenmek isteyenler ile çocuk sahibi olmak isteyenler ise Meryem Ana resimlerinin içinde saklanmış olan broşlardan alıyorlar. Dilekleri gerçekleşince de, ya anahtarı ya da bu broşları, Meryem Ana’nın resminin bulunduğu kutuya geri atıyor veya görevliye iade ediyorlar. Anahtar, aslında bir ev, bir araba gibi anahtarla kapısı açılan bir mülkü temsil ediyor. Eğer isteğiniz olursa bu anahtarın gümüşünü yaptırıp kiliseye iade etmeniz gerekiyor ya da evsiz barksız bir insana bir fakire de bu para verilebiliyor.

Ünlüler de ziyaretçiler arasındaBu Ayazma İstanbul’un ünlü simalarına ardına kadar kapısını açmış. Bekçinin söylediğine göre; Sevil ve Dilek Sabancı, Gülben Ergen, Bülent Ersoy, Selahattin Alpay, Zerrin Özer ve balet Oktay Keresteci gibi ünlüler, iş adamları, şarkıcılar, sanatçılar, müzisyenler, yayınevi sahipleri, gençler, çocuklar ve yaşlılar da Vefa Ayazması'nın ziyaretçileri arasında. Rivayetlere göre kudret pınarından içen dilsizler dillenmiş, felçliler ilahi büyüklüğün nefesiyle ayağa kalkmış, mal–mülk dileyenler muratlarına ermişler...


BAB-I ALİ


Kelime Anlamı "Büyük-Yüksek Kapı" olan bu kelime Osmanlı Devrinde "Devletin yönetim merkezi olan yer" anlamına gelirdi. İstanbul Valiliği'nin hizmet binalannm bulunduğu alan içinde kurulan, birçok binadan oluşmuş yapılar topluluğu idi. Günümüzde ise Bâb-ı Âli kelimesi Cağaloğlu yokuşu çevresine sıralanmış medya kuruluşlarından dolayı "Basının topluca bulunduğu yer" e verilen bir ad olarak algılanmaktadır. Bâb-ı Âli'nin tarihçesini incelersek; burasının Osmanlı Devleti'nin yönetim merkezi olana kadar uzun bir süreç ve değişikliklerden geçtiğini görürüz. Osmanlı devrinde devlet işlerinin en birinci basamağı padişah ve onun evi olan Topkapı Sarayı'mn Bâb-ı Hümayun kapısı halkın gözünde en önemli simge olarak bilinirdi.Fatih Sultan Mehmed zamanından, Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar devlet yönetimi Topkapı Sarayı'nda Kubbe Altı denilen toplanti salonunda yapılıyordu. Bu toplantılarda ilk başlarda padişahlarda hazır bulunurlardı. Daha sonralan ise toplan-alan kafes arkasından izlemeyi tercih etmişlerdi, ikinci derecede veya halkla ilgili sorunları çözmek için de sadrazamlar "Paşa Konağı" adı verilen "Sadrazam Konaklan"nda "Divan Toplantılan" yaparlardı. 1700'lü yıllarda artık bu gelenek çok yaygınlaştı.
Örneğin Şeyhülislam'ın Konağı halkın dinle ilgili fetva almak için gittikleri bir devlet dairesi olarak kullanılmaya başlandı. OsmanlıDevleti'nin ikinci önemli adamlan olan sadrazamlann konaklan genellikle Topkapı Sarayı'na yakın yerlerde olurdu. Sokollu Mehmed Paşa'mn konağı (sarayı) bugünkü Sultanahmet Camisi'nin yapıldığı yerde idi. ibrahim Paşa'mn sarayı da Sultanahmet Camisi'nin karşısında bugünkü İstanbul Adliyesi'nin yanında bulunuyor idi (Bugünkü Türk ve İslam Eserleri Müzesi binası).Kaynaklardan, bugünkü İstanbul Valiliği'nin bulunduğu yerde Sultan İbrahim devrinde Sadrazam olan Kemankeş Kara Mustafa Paşa'mn konak ve sarayının bulunmakta olduğunu, bu paşanın kusurlu bulunup idam edilmesi üzerine malının devlet hazinesine kaldığını anlamaktayız. O zamandan sonra bu yer Topkapı Sarayı'na en yakın mesafede olması dolayısı ile devlet işleri için kullanılmaya başlandı. Bu yerin Bâb-ı Âli olarak kullanılmasının başlangıç tarihi kaynaklarda 1727 yılı ve Damat İbrahim Paşa zamanı olarak gösterilir. kü'ne bakan ve bugün bile mevcut olan Bâb-ı Âli kapısının en görkemli bina olarak inşa edildiğini görmekteyiz Defalarca onarım görmüş olan ve bir adı da Bâb-ı Kebir veya Bâb-ı Ekber kapısı da denilen bu Taç Kapı'nın yangınlar sonrası Bâb-ı Ali'nin yeniden inşası sırasında değişikliklere uğradığını görmekteyiz.
Bâb-ı Âli binalannm yangın neticesinde yanmaları tarihimizde çok meşhur olmuştur. Buyangınlan 1740,1753,1808,1826 yangınları olarak özetleyebiliriz. Her yangın sonrası o devrin padişahlarının emri ile bu binalar yapıla gelmişlerse de bu yangınlarda yanan devlet evrakının günümüze ulaşması halinde ne kadar önemli kültürel hazineye sahip olacağımızı söylemeden geçemiyoruz. Yangın sonrası Sultan II. Mahmud devrinde 1839 da, Sultan II. Abdülhamid devrinde 1878'de, onun oğlu Sultan Abdülmecid devrinde ve Sultan IV. Mehmed Reşad devrinde 1911 yılında bu binaların onarımı ile ilgili arşivlerde bilgiler vardır.
Sultan II.Mahmud Devri'ndeki büyük onarımdan sonra Bâb-ı Âli'ye "Bâb-ı Adlî", "Bâb-ı Adîl" adı verilmişti. "Adlî" mahlası bilindiği gibi Sultan II. Mahmud'un tuğrasında kullandığı mahlasıdır. Bu binaların en son büyük onarımının Sultan Abdülmecid Devrinde (1839-1861) olduğunu Bâb-ı Âli'nin bugün mevcut ana giriş kapısında sağlı sollu çeşmelerin alınlığındaki kitabelerdeki Sultan Abdülmecid Han'a ait tuğralardan görmekteyiz. Bâb-ı Ali binaları bugünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi binaları kompleksi gibi çalışanların bütün ihtiyaçlarını görebilecekleri bir tarzda inşa edilmişlerdi. Selamlık Dairesi, Harem Dairesi, Kahya Bey Dairesi, Reisü'l Küttap Dairesi, Çavuş Başı Dairesi gibi bir çok daireden oluşan bu binaların altlarında sarnıçlar, mahzen şeklinde depolar ve hatta başka yerlere çıkışı olan tüneller bile düşünülmüştü. Askeri birlikler ve karakollar-ca koruma altına alınmışlardı. Bahçesinde yeşillik ve ağaçlar arasında havuzu bile mevcuttu. Binalar, temelde kagir olarak sağlam bir temele oturmuş olsalar bile üst katları "Bağdadi" denilen ahşap üzerine sıva tekniği ile yapıldıklarından yangına karşı dayanıksız idiler. Bâb-ı Âli'yi ilgili yangından önce gören yabancı devlet adamları Bâb-ı Âli binalarının Osmanlı gibi çok geniş kıtalara hükmeden büyük bir imparatorluğun görkemini yansıtacak derecede görkemli bir etki bıraktığını söylerler, inşallah ileride Bâb-ı Âli'nin binalarının alan ve projeleri ile ilgili geniş araştırmalar yapılarak bu konudaki tarihimizin yanarak yok olmuş bölümünü bugünkü nesillere aktarılması en büyük dileklerimizden birisidir.
Bâb-ı Âli tarihsel bir çok olayların geçtiği bir yerdir. Alemdar Mustafa Paşa'ya karşı ayaklanan Yeniçerilerden kurtulmak isteyen paşanın Bâb-ı Âli'nin mahzeninde bulunan barut fıçılarını ateşleyerek kendisi ile birlikte 500 Yeniçeri askerinin ölmesine sebep olan olay ile İttihatçıların yapmış olduğu hükümet darbesini ve Harbiye Nazırı Nazım Paşa'nın Bâb-ı Âli'de ölümüne sahne olmasını örnek verebiliriz. Eski resimlerden bu görkemli binaların yüksek bir duvarla çevrili olduklarını görmekteyiz. Daha sonraki devirlerde bu yüksek duvarlar yıktırılmış ve içerisi görülecek biçimde bugünkü şeklini almıştır. Osmanlı Devleti'nin son yıllarında bilhassa yangınlardaki büyük zararlardan sonra bugünkü Bakanlık Binaları bile diyebileceğimiz bir çok bina Bâb-ı Âli'nin sınırları dışında Cağaloğlu-Beyazıt-Süleymaniye üçgeni içinde yapılmış ve Bâb-ı Âli önemini giderek yitirmiş idi. Bâb-ı Âli'nin dışındaki hükümet binaları (Nezaret Binaları) başka bir zamanda şimdilik incelemek üzere sözlerimize son veriyoruz. Bâb-ı Âli'nin günümüze kadar ulaşan binalarında İstanbul Valiliği'nin hizmet binası yanında kısmen Defterdarlık, Kaymakamlık, Başbakanlık Arşivi, Emniyet Müdürlüğü hizmet birimleri, Eminönü Kaymakamlığı ve bunun gibi diğer devlet kuruluşlar da hizmet vermeye devam etmektedir.
-

Bâb-ı Âli'nin bizim yakın tarihimizde iki önemli olaya sahne olduğunu biliyoruz. Birinci olay; 1876 Aralık ayının yağmurlu bir gününde, Sirkeci'ye kadar uzanan bir kalabalık önünde okunan Hatt-ı Hümayun'du. II. Abdülhamid tarafından usul olduğu üzere sadrazamına, yani Midhat Paşa'ya yazılmıştı. Padişah Osmanlı uyruklarına kanün-i Esasi'yi bildiğimiz ilk anayasayı bahşettiği ilan ediyordu Bu Türkiye tarihinin yeni bir açılımıydı. İkincisi ne olursa olsun şark işi bir darbeydi. Balkan bozgunundan sonra, Talat Paşa'nm başında bulunduğu bir kalabalık, İttihadçıların yönetiminde Bâb-ı Ali'yi bastılar. Direnen Harbiye Nazırı'nı oracıkta öldürdüler ve silah zoruyla sadrazama da bir istifaname yazdırdılar. Bâb-ı Ali'nin Bâb-ı Âli'liği bu olayla bitmişti galiba. Bundan sonraki manzara o kadar çarpıcı mı bilemiyorum, ama ilkini tamamlıyor; Bâb-ı Ali'nin önünde sadrazamı bekleyen tepesi mitralyözlü bir makam otomobili, çünkü aradan Mahmut Şevket Paşa bir suikaste kurban gitmişti.
Osmanlı başkentindeki Avrupa devletlerinden veya Buhara Hanlığı'ndan, Hint'den ve İran'dan gelen elçiler, padişahın huzuruna sarayda Arz Odası'nda çıkarlardı. Kapıkulu askerlerine ulufe dağıtıldığı gün saraydaki görkemli, şatafatlı törene bütün elçiler, Osmanlı'nın haşmetini görsünler anlasınlar diye çağırılırlardı. Sarayla ilişkilerinin hepsi buydu.. İşleri asıl Bâb-ı Ali ile olurdu. Sadrazam Paşa ve Reis'ulküttab Efendi'yle görüşürlerdi. Sadareti ilk ziyaretleri veya yeni sadrazamı tebrike gelişleri bir geçit törenine neden olurdu. Hele Venedik elçileri böyle şatafata pek düşkündü ve doğrusu herkese de tören düşkünlüğünü önce italyanlar aşılamıştır. Bâb-ı Ali'de Çarşamba ve Cuma günleri dışında, öğleden sonraları ikindi divanı kurulurdu. Ülkenin dört bir yanından gelen şikayetçiler, davacılar doluşurdu Bâb-ı Ali'ye. Yerel bürokrasi usulüne uygun iş görmeyi öğrenemediği için; hala başbakanın, bakanların, Meclis başkanının odası önünde benzer kuyruklar oluşuyor.
Bâb-ı Âli ketebesi (katib, memurlar) başka ketebeye benzemezdi, îşbilir, dilbilir, yazıbilir, usul-erkan bilir, oturaklı; çalışkan adamlardı. Babıali ketebesi bu özelliğini hiç kaybetmedi. Dil orada öğrenilirdi. Avrupa politikası, hukuk ve yeni devrin siyaseti orada kavrandırdı. Bâb-ı Âli, 19. yüzyıl Osmanlı aydınının ve politikasının öğrenim görüp olgunlaştığı bir dünyaydı.
Bâb-ı Âli asıl Tanzimat'tan sonra burnundan kıl aldırmaz bir yer oldu. Bâb-ı Âli'nin içerde ve dışarıda Bâb-ı Âli oluşu o zamana rastlar. Ali Paşa; Sultan Abdülaziz kendisini takkeli, gecelikli karşıladı diye huzurdan çıkıp gitmişti. Tanzimat sadrazamları güçlü kişiliklerdi aslında. Mustafa Reşid Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa'larla yeni bir Bâb-ı Âli diktatoryası kuruldu. Bir yandan da bürokrasi uzmanlaşıyordu. Hariciye Nazın'nın, Dahiliye Nazırı'nın, Maarif Nazırı'nın ayrı ayrı ofisleri kuruldu. Bâb-ı Âli de devlet ofislerinin serpildiği İstanbul'un merkez semti oldu. Bâb-ı Âli'nin dış görünüşü değiştiği gibi iç dünyası da değişti. Adetler, protokol asıl önemlisi bürokratların yetişme tarzı, bilgileri dünyaya bakışları başka oldu. Ankara'daki bürokratlar da, Bâb-ı Âli'deki gazeteciler de hepsi 19. yüzyıl Bâb-ı Âli ketebesinin eseridir bir bakıma. Çünkü gazeteciler de o gruptan çıktı. Bâb-ı Âli bu dönemde süslendi, yolları taş döşenerek yapıldı. Önünde geniş bir meydan açıldı. İstimlakler ve yapı giderlerini diline dolayıp, dedikodu yapanlar çoktu. Bunlardan biri de , şehremini (yani belediye başkanı) Hüseyin Bey'di. Üstelik sadrazam Fuat Paşa'yı o yokken çekiştirip, yüzüne karşı ise övgüler yağdıran biriydi; "taş döşenince yollar ve meydan ne güzel oldu, istimlakle de genişledi" dediğinde, Keçecizade Fuat Paşa "evet o yolları sizlerin attığınız taşlarla döşedik" demiş.
Bâb-ı Âli, imparatorluğun yönetildiği; Tanzimat meclisinin, Adliye meclisinin ve diğerlerinin toplanıp kararlar aldığı bü konaktı. Bab-ı Ali'nin saltanatı II. Abdülhamid devrinde azaldı. Bâb-ı Âli kabinesinin gölgesi değil de aslı, Yıldız'da kurulmuştu çünkü. Ama Bâb-ı Âli'nin adı sanı hükümetti. Fossati'le ve Balyan'lar gibi mimarlar, görkemlice yapılan bu semti süslemek için yapıyorlardı adeta. Bab-ı Ali bugün çirkinleşen bir semt. Bir yığın atölye ve deponun gündüzleri yarattığı Şark Pazarı kalabalığı ve kargaşası, geceleri yerini mezarlık sessizliğine terk ediyor. Bu durumun düzeltilmesi; Bâb-ı Âli'ye gündüz Türkiye'nin basın ve yayın merkezi ve vilayetin yönetim yeri olmanın ağırbaşlılığının, geceleri de başka bir canlılığın kazandırılması gerekiyor.
Bâb-ı Ali'den Sultanahmet'e doğru tırmanıyoruz. Ünlü sadrazam Cağalazade Sinan Paşa'nm adını taşıyor bu semt. Cağalazade Sinan Paşa aslen bir İtalyan soylusu, Kont Cigallo'dur. Hammer'i dinlerseksavaş esiri olarak Osmanlıların eline düşmüş, ama bir daha da bu toplumu bırakıp gitmek istememiş ve Mühr-ü Hümayun'un sahibi olmuş. Rivayete göre anası da kendi gibi vakt-i zamanında İtalyanlara esir düşen bir müslüman'mtş.
Bugün atölyeler ve matbaalar ve onların hayhuyuyla kaynaşan bu semtte arasıra hoş yapılara rastlanıyorsa da, arsız görünümlü kaçak yapılar halen artıyor.
Semtin sokakları Osmanlı asırlarından hoş anıları çağrıştıran isimler taşıyor. Latifeleri halen dillerde dolaşın "İncili Çavuş Sokağı", "Hoca Rüstem Mektebi Sokağı" ve mektebin kendisi, Molla Fenari Sokağı mescidiyle birlikte küçük imi meydancıya açılıyorlar, luı meydancığa kıvrım kıvrım açılan bir sokak da Çatalçeşme Sokağı. 15. yüzyılda 20. yüzyıl başına kültür tarihimizin ünlülerini ve devirlerini çağrıştıran bu isimlerin yanında bugün özel idarenin çirkin binasının bulunduğu Ticarethane Sokağı da eski bir isim. Çatalçeşme Sokağı'nın Ticarethane Sokağı'nı kestiği köşede, 42 nolu binanın üzerinde 1910 tarihi ve Içtihad Evi ibaresi görülüyor. Yanılmıyoruz, Drt. Abdullah Cevdet'in gelen gideni eğittiği, îctibad dergisini çıkardığı idarehanesinin önündeyiz. Şükrü Hanioğlu'nun dediğine göre; İctihad kadar okunan, bazen iki baskı \apan, öte yandan devamlı mutaassıp muhaliflerin sozlu ve fiili saldırısına uğradan bir yayın organ; zor bulunur. Saldırılara karşı hükümet bazı zaman bu idarehaneyi topla ve askerle korumak zorunda kalıyormuş.
Kırk yıl sonra da Bâb-ı Âli basını Tan Gazetesi olaylarını yaşadı. Kötümserliğe rağmen, Türk toplumu demokratik davranış yolunda yol almış gibi görünüyor mu dersiniz?




PROF. DR. İLBER ORTAYLI
S ublıme-Porte. Hohe Pftorte, Verhovniy Dvor; Londra, Berlin, Paris. Viyana ve St. Petersburg (Petrograt) gibi Avrupa Başkentlerinde, Osmanlı Hükümeti böyle adadlandırılırdı; "Bâb-ı -ı Ali'nin yabancı dillere çevrisiydi ve Quayd'Orsay, Wilhelmstrasse veya bugünkü Kremlin ve Bevaz Saray (White House) gibisinden adlandırmaydı bu sözcükler. Ama hemen belirtelim, 19. yüzyıla kadar Bâb-ı Âli sözü, Osmanlı'nın kendi zihninde; Paris, Londra, Viyana'daki devlet adamlarınayaptığı oturaklı çağrışımı yapmazdı doğrusu, Gerçi "devlet kapısı" yaygın bir deyim, ama kapı olan yer bir kaç taneydi.
Sarayın kapısı "Bâb-ı Hümayun" yani emperyal kapı, gene sarayın içinde de orta kapı (Bâbı's Selam) içkapı ise (Bâb-ı Issaade) diye adlandırıldı. Sonra Şeyhülislamın ofisine Bâb-ı Meşihat; yeniçeri ağasının ofisine Ağakapısi; defterdarlığa Bâb-ı Defteri deniyordu. Sadrazamın konağına Bâb-ı Ali veya Bâb-ı Asafi denirdi, ama Bâb-ı Ali kalıcı ismi oldu.
Aslında İstanbul'da sadrazamın, şeyhülislamın, İstanbul kadısının belli bir ofisi yoktu. Kamusal binalar, yani bugünkü gibi resmi daireler yakın zamanların icadıdır. Her yüksek memurun konağı onun ofisiydi aynı zamanda. Kanuni devrinin vezirleri Bâb-ı Âli'de oturmazdı. İlk defa 17. yüzyılın ortalarında, Derviş Paşa'dan itibaren bugünkü Bâb-ı Âli sadrazamın konağı ve resmi ofisi olarak devamlı kullanılmaya başlandı. O zaman bina ahşaptı. Ahşap devrin kalıntısı olarak, Gülhane Parkına doğru Alay Köşkü Caddesi üzerindeki kapının halen ahşap kaplama olduğu görülür. Bu semtin ve konağın adı olan Bâb-ı Ali; sarayın dışındaki devlet bürokrasisinin ve dış dünyanın gözünde Osmanlı hükümetinin de adı oldu böylece.
Bâb-ı Ali bugün hükümet değil, basın demek. Türkiye'nin fikir hayatını, kamuoyunu biçimlendiren basın bu semte yerleşmiş. Bâb-ı Âli dün yönetim demekti, bugün yönetimin ister istemez kulak verdiği ve çekindiği bir çevrenin adı oldu.
Eğer saraydaki Divan-ı Hümayun gittikçe önemini yitiren ve toplanmaktan vazgeçen bir kurul olmasaydı, belki de Osmanlı hükümetinin adı Bâb-ı Ali değil, Kubbealtı olarak kalırdı. Nitekim eski devirlerde yüksek yönetici gruba "Kubbealtı vüzeratekim deniyordu. Bugün Sirkeci'den Gülhane Parkı'na doğru giderken; bir kaç köşeden Alay Köşkü'nün diğer köşeden de Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin karşısında ver alan üst tarafı ahşap kapı, bir zamanların ünlü Bâb-ı Âli'sidir. Bâb-ı Ali halen ahşap, öyle olması gerekir. Kapının hemen ardında, bahçe içinde Başbakanlık Arşiv Dairesi yer alıyor. 1911'de esaslı bir yangın geçiren, nice tarihi belgenin kül olduğu ve birkaç yıl önce de defterdarlık (şimdiki Emniyet Müdürlüğü) tutuşunca gene yangın tehlikesi atlatan ünlü arşivden sözediyoruz.
1808'de Alemdar Mustafa Paşa'nın konağını havaya uçurması olayından sonra Babıâli ve konak yeniden yaptırıldı, fakat sadrazam konutu olmaktan çıkıp, sadece devletin başbakanlık ofisi olarak kullanılır oldu. (19. yüzyılın sonunda sadrazamlara resmi bir konut da verildi, Nişantaşı'nda. Bu konakta oturmak şimdi İstanbul Valilerine kısmet.) Yanıp yanıp, yeniden yapılan Bâb-ı Ali yi yangına karşı duracak biçimde, yeniden yaptıran Sultan Abdüllmecid oldu. Bâb-ı Âli'nin ahşap dönemi Tanzimatla bitti. İstanbul Valiliğinin bulunduğu kagir bina. yani eskinin sadrazamlığı budur ve 1844 yılında bitmiştir. Önce etrafı yüksek duvarlarla çevriliydi. Yıktırıldı. Bir ara parmaklıklar vardı, kaldırıldı. Şimdi yeniden parmaklık yapıyorlar.
İSTANBUL-TARİHİ YARIMADA

BULGAR KİLİSESİ
Fener-Balat'ta Mürselpaşa Caddesi üzerindeki Sveti Stefan Bulgar Kilisesi ya da herkesin bildiği adıyla Demir Kilise'yi duymuşsunuzdur. Haliç'in kıyısında bulunan kilisenin en büyük özelliği demirden yapılmış olması. Bir diğer özelliği de adeta bir yapboz gibi demir parçaların birbirine birleştirilmesiyle inşa edilmesi. Yani isterseniz kiliseyi levhalarından söküp başka bir yere götürmeniz bile mümkün: Prefabrik veya seyyar kilise diyebilirsiniz. İşte bu mimari ve teknik özellikler nedeniyle Sveti Stefan'ın eşi benzeri yok.Yarın bu kilisede İstanbul Müzik Festivali kapsamında ünlü Alman üflemeli çalgılar topluluğu German Brass bir konser verecek. Kilise konsere şimdiden hazır. Koltuklar, grubun çıkacağı sahne, ışıklar her şey ayarlanmış. Sadece mikrofon yok. Akustik nedeniyle ihtiyaç duyulmuyor. Kilisenin görevlileri Boğdan Sarıoğlu ve karısı Antoaneta konserden sonra restorasyona gireceğinden kilisenin yedi-sekiz ay kapalı kalacağını söylüyorlar. Yani konseri bahane ederek kiliseye mutlaka gitmenizi öneririz.Abdülaziz "Kiliseyi bir ay içinde bitirin" dediNe kadar doğrudur bilinmez ama Demir Kilise'nin neden demirden ve prefabrik olarak yapıldığı hakkında anlatılan çok ilginç bir hikaye var. Kiliseyi gezerken bana eşlik eden, Bulgar cemaatine 53 yıl hizmet vermiş, şu an kilisenin koro şefi olan Kiryako Liaje'ye o çok bilinen hikayeyi anlatıyorum: Bulgarlar artan milliyetçilik hareketlerine bağlı olarak bir kilise inşa etmek isterler. Fakat Sultan Abdülaziz, Bulgarların Fener Patrikhanesi'nden bağımsız bir kilise yapmalarını istemez. İsteklerini doğrudan reddetmek yerine "Kilise inşaatını bir ay içinde bitirirmek şartıyla izin veririm" der. Oysa inşaatın bir ayda bitmesi mümkün değil. Bunun üzerine Bulgarlar kiliseyi prefabrik olarak Viyana'da inşa edip İstanbul'da bir ay içinde kurarlar. Kilisenin bittiğini gören Sultan Abdülaziz ise verdiği sözü tutmak zorunda kalır. Liaje burada hemen söze girerek "Bu konu aramızda çok tartışıldı. Bu dilden dile geçen ve ilgi uyandıran bir hikaye. Konuyla ilgili yazılı bir belge yok. Bir kiliseyi 30 gün içinde inşa etmek mümkün mü?" diyor. Gerçek hikaye ise farklı. O dönemde Ortodoks kiliselerinde Rumca ayin yapıldığını anlatan Liaje, Bulgarların kendi dillerinde ayin yapmaları için Fener Patrikhanesi'nden bağımsız bir kilise kurmak istenildiğini söylüyor. 1849'da Bulgar cemaatinin ileri gelenlerinden ve o dönemde milletvekili olan Stefan Vogoridis, Babıali'den bir kilise yapılması için izin alır. Kilisenin yapımı için ikisi kagir, biri ahşap üç bina ve geniş bir avludan oluşan 25 odalı evini hibe eder. Patrikhane kiliseyi ancak 1945'te tanıdı1850'de ahşap kilise tamamlanır. Kiliseye Sveti (Aziz) Stefan adı konulur. Sonra da Sultan Abdülaziz'in fermanıyla bağımsız kilisenin kurulmasına izin verilir. Patrikhane kendisine ters düşen bu gelişmeler sonucu 1872'de Bulgar Kilisesi'ni tanımadığını açıklar. Bulgarlar buna karşı daha büyük bir kilisenin inşası için proje yarışması açarlar. Yarışmayı Ermeni mimar Hovsep Aznavur, ihaleyi de Rudolf Ph. Waagner Şirketi kazanır. Kilise denize çok yakın olduğu için aşınmaya karşı beton yerine tamamen demirden yapılır. Deneme amaçlı şirketin bahçesinde prefabrik olarak kurulur. Sonra parçalar Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden İstanbul'a taşınır. 1898'de de şu anki Sveti Stefan Kilisesi açılır. Patrikhane sonuç olarak 1945'te Demir Kilise'yi tanımayı kabul eder. En büyük çan 400 kiloKilise neogotik ve neobarok stilde inşa edilmiş. Liavje "Sadece mihrap kısmı ağaçtan yapıldı ve altın kaplandı" diye belirtirken kilisenin ikonaları için Moskovalı fabrikatör Nikolay Alekseeviç Ahapkin ile sözleşme imzalandı, ressam Lebedev de resmetti. Kilisenin kulesinde büyükten küçüğe altı çan var. Rusya'da dökülen bu çanların en büyüğü 400 kilo civarında. Kaymasın diye 325 kazık çakıldıLiavje "Haliç'in zemini kaygan olduğundan kilise çam ağacından yapılan kazıklar üzerine inşa edildi. Kilisenin altı boştu. Böylece deniz suyu oraya girip çıkarak bir sarnıç görevi görüyordu, basıncı önlüyordu. Önüne yol yapılınca buradaki basınç arttı ve kilise denize doğru kaymaya başladı" diyor. 2006'da İstanbul Belediyesi tarafından kilisenin etrafına 325 kazık çakılarak bu durumun engellendiğini de sözlerine ekliyor.



BULGUR PALAS



İşte size bir saklı ve gözden kaçan yapı daha. Arkadius Sütununun taş yığını kalıntılarının karşısındaki Cerrahpaşa'ya giden ana caddenin Hekimoğlu yakınında, ara sokakta , biraz da yüksek duvarları nedeni ile gözden kaçan Bulgur Palas. Tipik mimarisi ile ve de kuleleri ile çekmişti dikkatimi. Bulgur lakaplı Bolu'lu Habip beyin evi olduğu söyleniyor. Şimdilerde Osmanlı Bankası arşivi olarak kullanılıyor. Rivayet bu ya ; savaş dönemi bulgur spekülatörü olarak ta anılmış ve bu lakap verilmiş Habip Bey'e. Enteresan bir yapı. İmkan olsa da, bir gün içeri girip çekebilsem fotoğrafını.




ÇİNİLİ KÖŞK